23 Mart 2015 Pazartesi

seo çalışması,ndan islam bilgisi6

 seo çalışması


seo çalışması,ndan islam bilgisi6 bugün sizin icin seo çalışması elinden gelen gayreti gösterdi ve
seo çalışması islam bilgilerini sizlere sunuyor sizin de bildiginiz gibi en güzel yazılarımızı sizlere sunarken seo çalışması diyorki Bu izahlardan anlaşıldığına göre yapılmeısı emredilen veya m hayyer bırakılan tekliflerdeki meıslahatlar derecelere aynimaktad Nehyedilen şeylerde de bir maslahat vardır. Bunlardaki maşlah fesadı defetmektir. Olumsuz da olsa bu da bir nevi maslahattır. H tâ fesadı defetmek, maslahatı celbeimekten üstündür Bu itibarla lâm hukukçuları, «fesadı defetmek, maslahatı celbeimekten önced kaidesini koymuşlardırYasaklar, fesad nisbetinde derecelere ayrılırlar. Haramdaki sad, mekruhtaki fesaddan kuvvetlidir. Dolayısiyle zinanın ya lanması, kucaklaşma veya öpüşmenin yasaklanmasına eşit deği Gerçi her ikisi de nikâhsız kimseler için haramdır. Şarap satm haram oluşu ile onu içmenin haranı oluşu, hırsızlığın haram c ile başkasına uıt birşeyi gasbetmenin haram oluşu, bir uzvu ke nın haram oluşu ile bir insanı öldürmenin haram oluşu, evli bı dınla zina etmekle, evh olmayan bir kadınla zina etmenin haran şu aynı deıecede değildir Halbuki bunların hepsi kesin deliller saklanmış olan hususlardır.
İzzuddın bu konuda da şöyle der .Mefsedetler ıkı kısma ayrılır, li Allch’m yaklaşılması sakladığı şeyler 2) Allah ın yapılmasını hoş görmediği ş> yleı laşılması haram
nahlar Bunlar da en bü3rük, büyük ve orta olmak üzere üçe ayrılır 1ar. Meselâ; mefsedet olmak yönünden en buyuk günah, nısbeten daha küçük günah vs. Bunlar, kuçüle kuçule kuçuk günahlara k« dar iner, b) Küçük günahlar: Bunlar da. derece derece küçülerek mekruh olanlara kadar varır ve bu mekruhlar da mubahların sim nna kadar gelirler.
Bu ve yukarıdaki açıklamalarından anlaşıldığına göre İmam î? zuddin, emirlerle maslahatlar arasındaki bağlan ve emirlerin mas lahat nisbetindeki kuvvet ve derecelerini tam mânasıyle ortaya koy muştur. O. aynı şekilde şeriatın haram kıldığı şeylerle. ınofsüdciler arasındaki münasebetleri ve mefsedet nisbetınde nehyin derece ve kuvvetini göstermiştir. Mefsedetlerin haram ediliş derecelerini de belirterek, en büyük mefsedetin en büyük günah olduğunu, sonra onlann fesad nisbetinde küçülerek mübah derecesine kadar indiğim izah etmiştir.
Yukanda da dokunduğumuz gibi, mübah olan bir şey, hakkın da kesin bir maslahat bulunmadığı için kişiye ve onun ihtiyarına terkedilen bir husustur. Mübah olan bir şeyde kişi kendini ilgilendi ren bir maslahat görürse onu yapabilir. Fakat mübah olanların ba zısı, toptan değil, cüz’î olarak mübah kılınmış olabilir. Meselâ: bir insanm herhangi bir miktarda et veya ekmek yemesi mübahtır. Fa kat yiyip içmek mübeüitır diye onu toptan terketmesi caiz değildir Mübah olan şeyleri toptan terketmek müslümanları zayıf düşürür Bazan asimda mübah olan bir şeyin fazla yapılması haram olabilir Meselâ; nezih bir oyun ve eğlence aslında haram değildir. Fakat, kişinin veya toplumun bütün vaktini oyun ve eğlence ile geçirmesi haramdır.
Maslahatlar, teklif ifa^e eden hükümlerin amaçlan olup aralarındaki bag çok kuvvetlidir. Çünkü şer’i hükümlerin hepsinde şahsın maslahatı gözetilmekte ve bu masleıhattan aslâ vazgeçilmemek-tedır Ancak, maslahat daha büyük bir maslahatla çatışırsa veya başkasına bir tecavüz mahiyeti arzederse ondan vazgeçilebilir. Baş kasının malını yemek gibi; zira bu türlü maslahatı İslâm dîni tanımamaktadır. Bil akis bunu, başkasına bir zarar teşkil ettiği için yasaklamaktadır. İslâm şeriatına göre kendisine menfc^ıt sağlamak için başkasına zarar vermek aslâ caiz değildir.
Şahsi maslahatın bir değeri var ise, bu, güçlüğü kaldırmak (ref-u 1 haraç) içindir. Güçlüğün kaldırılması, şahsî maslahat bazı yasaklarla çalıştığı zaman olur. Zira bu durumda şahsm terketmek sebebiyle uğradığı zararla, yaptığı takdirde uğrayacağı zarar arasında bir karşılaştırma yapılır; hangi zarar daha büyükse o kaldırılır, işte bu, güçlüğün kaldırılması ve baskınm önlenmesidir.
Bu itibarla Islâm dini; bir zaruret halinde, yani şahsın zarurî maslahatı tehlikeye düştüğü ve ancak başkasının hakkını zedelemi-yen bir yasağı işlemekle korunabildiği takdirde, ba yasağın işlenmesini zarurî kılmıştır. Dolayısiyle Islâm hukukçuları, «zaruretler, haram olan şeyleri mübah kılar» prensibini kabul etmişlerdir. Hattâ bazı hallerde bu zarûretler, haram olan şeylerin yapılmasını vâcip kılar. Yukarıda da söylediğimiz gibi, başkasının hakkına burada bir tecavüz olmamak şarttır; veya Islâmiyetin, sabredildiği takdirde sevap ketzanılmış olacağım bildirdiği bir husus olmamalıdır. Bunun içindir ki Kur’an-ı Kerim’de, «O, size murdar olarak ölmüş hayvanı, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkasmm adma boğazlanmış olan hayvanlan haram kıldı. Ancak kim muztar kalıp bunlardan yerse aşın gitmemek şartiyle, ona günah yoktur»*' buyurulmuştur. Görülüyor ki murdar et, domuz eti ve kan zararlı olduğu için haram küm
nııştır; fakat ölmek, bunları yemekten daha zararlı olduğundan bun lann yenilmesi zaruri görülmüştür. Bu. büyük zararın kuçuk bir za rarla defedılmesi demektir Bunların yenilmesinden doğacak zarar, ölüm tehlikesiyle karşılaışmış olan aç kimseyi kurtardığı için hafif lemekte ve hattâ gitmektedir. İslâm dini, bu durumda olan kimseye açlığını giderecek kadar yemesini, fakat aşın gitmemesini emret miştir.
Bazen zaruret, haramın yapılmasını vâcip kılmaz. Meselâ; kâfir olacak bir söz söylemek hususunda bir şahıs icbar edilirse, bu sözü söylemek ona vâcip olmaz; isterse onu söylemediği için öldürülsün. Fakat bu sözü söyleyerek canını kurtarması için ona ruhsat veril miştir. Hattâ kâfir olacak bir sözü söylememesinde sevap bile var dır. Çünkü, onu söylememesi İslâmî yükseltmektir Hakkı söylemek hususunda da durum aynıdır. Çunku bir şahsa, zaruret halinde hak^ kı söylememek için ruhsat verilmiştir. Fakat hakkı söylerse sevap kazanmış olur. Bu hususta Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: «Şehitlerin başı. Hamza b. Abdilmuttalib ile hakkı söylediği için zalim hükümdar tarafından öldürülen kimsedir.»
Sıkıntı ve güçlüğün kaldırılması yalnız zaruret hallerinde değil, hâciyât nevinden olan hallerde de muteber sayılmıştır. Meselâ, sıkıntı içinde kalan bir kimseye bazı haramları işlemek mübah olur Veya zaruret olmadığı halde ihtiyaç sebebiyle onları işlemek caiz olur. Meselâ, kadının mahrem yerine bakmak haramdır. Ancak, tedavi etmek maksadı ile tabibe bu mübah olup kadının hastalığını öğrenmek için onun mahrem yerine bakmasında bir sakınca yoktur.
İslâm hukukçuları yasakları iki kısma ayırmıştır:
1— Bizzat haram olanlar. Murdar et, domuz eti ve kanın yenmesi gibi. Bunlar ancak zarûret halinde mübah olurlar. B€iş-kasına ait malı yemek de böyledir ve zarûret halinde mübah olur. Meselâ, çölde iki kişiden birinin ihtiyacından fazla azığı bulunsa ötekinin de hiç bir şeyi bulunmasa aç kalan ve azığı bulunmayan şahıs arkadaşının cızığından zorla alabilir. Bu hususta onlar döğüşseler ve aç olan ötekini kasıtsız olarak öldürse diyet lâzım gelmediği gibi kâ-til de sayümaz. İbni Hazm el-£ndelüsi, yanmda fazla azığı bulunan bir arkadaşı oİ6uı ve zorla onu almaya muktedir bulunan kimsenin murdar eti veya domuz etini yemesi mübah olmaz, diye fetvâ vermiştir.
2— Bizzat haram olmayan ve dolayısiyle haram olanlar: Me-^lâ kadmm mahrem yerine bakmak, zinaya sebep olacağı için ha-
ram kılınmıştır. Bizzat haram olmayanlar ve dolayısiyle haram olanlar. ihtiyaç karşısında mübah olurlar; bunların mubah sayılması için bir zrûretin bulunması da şart deldir
İNSAN GÜCÜNÜN ÜSTÜNDE TEKLİF YOKTUR
Isl&m dini, her zameın insanların maslahatım nazar ı itibara almış ve ancak onlann yapabilecekleri şeyleri teklif etmiştir. Kur’an-ı Kerim de bu husus. «Allah, bir kimseye ancak gücünün yettik şeyi teklif eder»*** âyetiyle beyan edilmiştir. Islâmm teklifleri, deveunh olarak yerine getirilmesi mümkün olan hususlcu*dır. Çünkü şer’İ tekliflerdeki maslahat, bu tekliflerin sürekli olarak yapılmeısıyla gerçekleşir Bunlarda, insanm taşıyabileceği bir meşakkat elbette mevcuttur İnsan gücünün üstünde bir meşakkati ihtivâ eden şer’I teklifler de vardır; Allah yolunda cihad gibi; dolayısiyle bu, bütün insanlara farz kılınmamıştır. Bunda sürekli olarak yapılma durumu da mevcut değildir. Bu türlü teklifler, çeşitli derecelere ayrılır.
Daimi olarak yapılması emredilen tekliflerin fazileti, bunların sürekli olarak yerine getirilmesindendir. Bu itibarla Allah, bir kısım haramlan bazı hallerde mübah kılarak güçlüğü kaldırmış ve bÖy-lece bu tekliflerin sürekli olarak yapılmasma imkân vermiştir. Kur’-ân-ı Kerim’de, «O, dinde sizin için bir güçlük kılmadı»** ve «Allah size kolaylık murad eder, zorluk murad etmez»** buyurulmuştur.
Meşakkatine tahammül etmek mümkün olan tekliflerin sürekli olarak yerine getirilmesi şerlatin amaçlanndandır. Çünkü bunla-nn sürekli olarak yapılması taata devam etmektir. Allah'a taatta bulunmcüc. vicdanı geliştiren ve onu güçlü kılan ruhi bir eğitimdir. Nefsi arzulann serkeşliği bu eğitimle giderilir. Kolay ve beisit olan işleri sürekli olarak yapmak, inşam büyük işleri yapmaya muktedir kılar. Meselâ, her gün veya muayyen zamanlarda birkaç kuruş sadaka vermeye cüışcuı bir insan, gerektiği zaman büyük bir mali fe-dakârUkta bulunmayı göze cüabilir.
Bu maksatladır ki birçok dini nass’lcır insanlan, kolay ve basit olan işleri yapmaya, zor ve yorucu şeylerden kaçınmaya davet et-nektedir. Hz. Aişe, Peygamber (S.A.)’i anlatırken şöyle buyurmuştur. «O, iki şey arasmda muhayyer kaldığı zaman kolay olanmı tercih ederdi.» Peygamber (S.A.), bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
«Allah yanında en sevimli iş, az da olsa, ruh için kolay olandır.. Baçka bir hadisinde de : «Allah, sürekli olarak yapılan amelleri ver» demiştir.
Sahabilerden bazdan, ibadete fazla düşmüşler ve kendilennı en zor ibadetlere sokmuşlardı. Onlardan bazdan gündüzleri oruç, ge^ çeleri namazla geçiriyorlardı Bazdan da kadınlannı büsbütün ter ketmişlerdi. Peygamber (S A.), onlara şöyle hitap etti . «Allah'tan en çok korkanınız benim; fakat ben oruç tutanm, yerim, namaz ki lanm. uyurum, kadmlanmla münasebette bulunurum.» Selman ı Fânsl'nin. kendisini son derece ibadete veren ve âilesinı ihmal eden Islâm kardeşi Ebu’d-Derdâ’ya söylediği şu sozu Peygamber (S A ), aynen kabul etmiştir; «Bedeninin senin üzerinde hakkı vardır, göz terinin senin üzerinde hakkı vardır. Ailenin senin üzerinde hakkı vardır. Öyle İse her hak sahibine hakkmı ver.»
Peygamber (S.A.), ibadet maksadıyla da olsa, nefsi güçlüğe sok manın, tslâmın istemediği ve razı olmadığı bir husus olduğunu be yan etmiştir. Çünkü nefsi zorluğa sokmakta, katlanılması imkânsız olan bir güçlük vardır. Bu, teklifi devamlı olarak yerine getirmeye imkân bırakmaz ve inscuıın çabasını kırar. Bu hususta Peygamberi mizden şöyle rivayet edilmiştir: ; «Bu din çok sağlamdır. Kolaycı onun emirlerini yapmız. Nefsinizi Allah'm ibadetinden usandırma yınız. Çünkü binit hayvanı dermandan kesilmiş olan kimse, ne bir yer (arz) kateder, ne de binecek bir sırt (zahr) bırakır.»; «Kim bu dini zorlaştınrsa, din onu mağlûp eder. Fakat siz. kolaylaştırınız ve mutedil olunuz.»
Bu €içıklamalardan çıkarılan netice şudur ki; Islâmın hükümle ri sadece hakîki maslahatı gerçekleştirmeye yönelmiş, insanların taat yollarını ve taata devam etmelerini kolaylaştırmıştır. Ta ki, mû’min-ier sürekli bir eğitim ve olgunlaşma içinde olsunlar.
Bu esasa göre İslâm hukukçulcuı, şerîatm nass’leunndan çıkararak, birçok fıkıh kaideleri ortaya koymuştur. İslâm şeriatının amaçlarını tâyin etmişlerdir. Bu kaidelerden bazıları şunlardır: Za-rtur giderilir, iki zarardan büyük olanı küçük olanı ile defedilir, umumi zararı defetmek için hususi zarar tercih edilir, zararı defetmek maslahatı celbetmekten önce gelir v s.
İşte böylece İslâm bilginleri, yararh olan şeyleri celbetmek ve ararlı olein şeyleri defetmek esasına daveti. Kuryem ve Sünnet nass’-srmdan edmışleu^dır.
Scuîh bir nass ile sâbit bir emir, mutlaka bir maslahatı ihtivâ
Bu girişte ictihad ve ictihad şartlan hakkında konuşmamız ge rekmektedir. Çünkü fıkhi mezheblerin kuruluşu ictihadla başlamış tır. Günümüzde ehil olmayan bazılannın müctehıdlik taslamaları nın ne derecede yerinde olduğu anlaşılmalıdır. Bir takım kimseler, ictihad işinin gelişi güzel bir şey olup hiçbir esasa dayanmadığını zannederler. Halbuki ictihad. mezheblerdeki ayrılığı doğuran feri meselelerin kökü olup dini hükümlerin çıkarılması bu sayede mümkün olmuştur. İctihad, çeşitli asırlarda derecelere ayrılmış, her asır da kendine göre bir özelliğe sahip olmuştur. Nihayet ictihad, azala azala kitaplann gösterdiği seviyeye keıdar inmiştir. O halde kısaca içtihadı 6u;ıklamamız faydalı olacaktır.
İctihad. bir şeye nüfuz etmek veya bir işin kemâl noktasına ulaşmak için çaba sarfetmek anlamınadır.
Usûl-i fıkıh terimi olarak ictihad, fakihin tafsili delillerinden amelî hükümleri çıkarmak için bütün gücünü harcameısı demektir Bazı usûl-i fıkıh bilginleri içtihadı şöyle tarif ederler: Hükümleri çıkarmak veya onları tatbik etmek hususunda bütün güç ve çabalan harcamaktır. Buna göre ictihad ikiye aynlır:
1— Hükümleri çıkarmak ve açıklamak.
2— Çıkarılan bu hükümleri tatbik etmek ve zamanın icapla-nna göre yeni hükümler çıkarmak.
Birinci ictihad şekli, ictihad-ı kâmil olup şer’î kaynaklardan hükümler çıkaran bilginlere mahsustur. Bazı bilginler, bu türlü içtihadın herhangi bir asırda inkıtâ edeceğini söylemişlerdir ve bunların sayılan oldukça kabanktır. Hanbelîlere göre her asırda bu türlü ictihad mertebesine ulaşax;ak bir müctehid mutlaka bulunur.
İkinci ictihcul şekli, mezheblere göre yapılan ictihcullar olup bu türlü ictiheullarda bulunacak müctehidlerin her asırda mevcut ola-cağmda bilginler ittifak etmişlerdir. Bu ictihad mertebesine çıkmış
olanlar, kendi mezheblerine göre hüküm çıkaran ve fer’i meselelerde dini hükümleri ifade eden kaideleri tatbik mevkiine koyan bilginlerdir. Bu tatbik sayesindedir ki ictihad-ı kâmil sahibi oİ€uı önceki müctehidlerin, hakkında fikir beyan etmedikleri meselelerin hükümleri çıkarılmış olur.
KÂMİL (MUTLAK) İCTİHAD VE İÇTİHADIN ŞARTLARI
Burada kâmil ictiheul yapabilecek müctehidin ehliyyetini isbat edecek şartlan gözden geçireceğiz.
1— Arap dilini çok iyi bilmek: Usûl-i fıkıh bilginleri bu noktada ittifak etmişlerdir. Çünkü Kur’an-ı Kerim, Arap dili ile nâzil olduğu gibi, onun tefsiri durumımda olan Sünnet de aynı dil ile ifade edilmiştir. İmam Gazzali bu hususta şöyle söylemektedir: «Müctehidin. Araplann konuşmalannı anlıyacak ve kelimeleri kullanmadaki geleneklerini bilecek kadar Arapçaya vâkıf olması şarttır Çünkü müctehidin sarih bir ifadeyi, kelimelerin zâhiri ve mücmel mânâlarını. hakikat ve mecazlarmı, umumî ve hususîlik gösteren yönlerini, kesin ve kapalı ifadelerini, mutlak ve mukayyed oluşlannı. nass ve muhtevâlannı, doğru ve yanlış olanlannı bilmesi gerekir. Bu vasıflar, ancak Arap dilinde ictihad derecesine ulaşmış kimselerde bulunabilir.*
Bundan emlaşılıyor ki Gazzalî, müctehidin Arapçayı tam mânâ-siyle bilip ictihad derecesine ve asıl Arapçayı tam olarak anlayacak duruma ulaşmasmı şart koşuyor. Her Arap, Arapçanm bütün özelliklerini bilemediği gibi onu bütün incelikleriyle kullanamaz. Müctehidin de fıkıh hükümlerinde durumu böyledir. O, Arapçanm bütün teferruatmı ve onun kabilelere göre değişik tarzlarda kullanı-lan özelliklerini bilemez. Çünkü bunların hepsini bilmek, bir insan için mümkün değildir. Şu kadar ki, müctehidin ilmi, umumî olarak Arap dilinin inceliklerini kapsamak mecburiyetindedir. Müctehidin açıklıyacağı hükümlerin ilk kaynağı olan Kur’an, Arap dilinin en beliğ ve en fasih şeklini ifade eder. Bu itibarla Kur’an’dan hüküm çıkaracak kimsenin, Kur’an’m belâgatını, esrarını ve ihtivâ ettiği hükümleri tam olarak bilmesi bir zarûrettir. İslâm şarîatmda araştırma yapan kimsenin, Arapçanm sırlarını ve inceliklerini bilmesi oranmda Kurian’dan hüküm çıkarma kudreti artar. Şâtıbl, İslâm şerîatmda araştırma yapanlcuı Arapçaîn anlayış derecelerine göre şöyle sıralamıştır:
«Arapçayı anlamakta mûbtedi olan kimse, şeriatı anlamakta da mûbtedidir. Arapçayı anlamakta mutavassıt (orta) olan, şeriatı an
lamakta da mutavansıttır kİ o, on %on dereceye ulaşmamıştır Arap çada ion mertobeya ulaşan kımsa, şeriatta da son mertebeye ulaş mış demektir Onun din hususunda ilen surdu^u anlayış bir de lil teşkil eder, tıpkı sahabllcrm ve Kuran ı Kerim i hakkıylo anlıyan büyük bilginlerin anlayışl^’n gibi Bunların seviyesine ulaşamıyan kimselerin din hususundaki anlayışları, kendi seviyeleri nısbennde eksik olur E>olayısiyle anlayışı eksik olan her hangi bir kimsenin sözü ne delil olur, ne de herkes tarafından kabul edilir
Bu ifade aslında doğri’dur Çunku muctehıd bir hüccettir Muc tehid olmayanlar onun sözü ile amel ederler Bu mertebeye ancak, anlayış bakımından bJgin sahabller ve onların ilmini alan muete hid İmamlann anlayışına çok yakın bir dereceye ulaşan kimseler sa hip olabilir Burada ilâve etmek isteriz ki. müetehid imamların hep si Arapçayı yeteri kadar biliyorlardı Bu imamlardan bazılarının Arapıça bilmediğini iddia edenler, kuru bir iftiradan başka birşey yapmamaktadırlar.
2— Kur’an-ı Kerım’i bilmek ; Bu şartı, İmam Şafii, «er Risale» adlı fıkıh usûlüne dair yazmış olduğu kıymetli eserinde ileri sürmüş tür. Çünkü Kur’an. Islâm dininin direği, Allah’ın kıyamete kadar baki olan kitabı ve bu şeriatın kaynağıdır. Fakat Kur’an ilmi çok sre niştir. Bu ilim Peygamberin ilmidir. Kur’an ilmini t'imu ;Ic bilen Peygamberdir. Nitekim bu hususu Abdullah b. Ömer (R A.) açıkça söylemiştir. Bunun İçindir ki bilginler Kur’an’da hüküm ifade eden ve boşyüz civannda bulunan âyetlerin inceliklerini bilmek gerekir, demişlerdir. Bu Ayetlerin inceliklerini bilmek, mânAlannı kavramak demektir. Hüküm bakımından hususi ve umumi olan âyetleri, bunların Sünnetle nasıl açıklandığını, nâsih ve mensuh olanlarını bil mekle beraber, hüküm ifade eden âyetlerin yanında, Kur’an-ı Kerim’in ihtiva ettiği bütün âyetleri topluca bilmek gerekir. Çünkü Kur’an, bir bütün teşkil eder ve parçalan birbirinden ayrılmaz. el-Esnevî (Ol. 772 H.) bu konuda şöyle demiştir; «Hüküm ifade eden âyetleri diğerlerinden ayırdetmek, zaruri olarak. Kur’an’ın hepsini bilmeye bağlıdır.
Peki, Kur’an-ı Kerim’i tamamen ezberlemek şart mıdır? Bazı bilginler bunu şart koşmamıştır. Onlara göre müetehidin, hüküm ifade eden Ayetlerin Kur’an’daki yerlerini gerektiği zaman başvuracak şekilde bilmesi kâfidi
tehidin ezberden bilmesini şart koştuğu rivayet edilmiştir. Şüphesiz Kuran ilminin en yüksek derecesi, onu tam olarak ezberden bilip bütününün mânasını kavramak, hüküm ifade eden âyetleri inceden inceye araştırmak, sahabilerin bu âyetler üzerindeki tefsirlerini, âyetlerin nuzul sebeplerini ve gayelerini bilmektir. Ba^ı bilginler hüküm ifade eden âyetleri araştırmışlardır. Meselâ, el-Cassas diye bilinen Ebu Bekr Râzi (Ol. 370 H.) ve Ebu Abdillah el-Kurtubî (Ol 671 H ) -Ahkâmûl-Kur’an» isimli eserlerini bu maksatla kaleme almışlardır
3— Sünneti bilmek: Bu şart üzerinde de bilginler ittifak et-
mişlerdir Müctehıdin araştırmak istediği konularla ilgili kavil, fiilî ve takriri sünnetleri bilmesi gerekir. Bazıları daha ileri gitmiş ve muctehidin teklif ifade eden hükümlere ait bütün hadîslerin lafız ve mânalarını, nâsih ve mensuhlarını rivayet yollarım, râvllerin derece ve hallerini, adalet ve hadisi hıfz etme (zabt) gibi vasıflarını bilmek gerekir, demişlerdir.
Bu konuda bilginlerin sarfetmiş oldukları gayretler takdire şayandır Hadis rivayet edenlerin hal tercemeleri ile adalet ve zabt bakımından dereceleri hakkında birçok eserler yazılmıştır.
Kütüb i Sitte gibi Peygamber (S.A.)'e nisbet bakımından sahih hadis mecmuaları meydana getirilmiş ve bunlar üzerine birçok bilginler tarafından şerhler yazılarak, hadisler sened bakımından incelenmiş ve İslâm hukukçularının bazı hadisler üzerindeki ihtilâfları ortaya konulmuştur. Bu hadis mecmuaları, fıkıh kitaplarındaki tertibe göre bölümlere ayrılmış, sözgelişi ibadetlere taallûk eden hadisler başlı başına bir yer işgal etmiştir. Her bölüm için müstakil bir kitap ünvanı verilmiştir. Akldler, siyer, ilim ve îman kitapları gibi.
Bu hadis çalışmaları, müctehidin Sünnete beışvurup ondan hüküm çıkarmasını kolaylaştırmaktadır. Fakat onun. Sünneti genel olarak incelemesi, hüküm ifade eden hadisleri de derinlemesine araştırması, onların »^âsih ve mensuh’unu tanıması, ifade ettiği hükümlerin bilinmesi bakımından gerekli olan diğer çalışmaları yapması şarttır. Hükümlerle ilgili olan bütün hadisleri ezberden bilmesi şart değildir. Ancak onları ve yerlerini, gerektiği zaman onlara müracaat metodlannı ve hadis râvîlerini bilmesi gerekir.
) Buradm müellif, «el-Câmi* 11 AhkâıtıTl-Kıır’an» adlı tefsirin yazan Ebu Ab-dillih el-Kortubî ile «Abkâmul-Kur’an» adb eserin yasan Ebu Bekr tbnuTArabi el-tşbîU Üzerinde icmA' hewıl olan konularla ihtilaflı olan konulan bilmek : Bu şart üzerinde de ittifak edilmiştir Hakkında icm&’ hasıl olan konular namaz, namazm rekâtları ve vakitleri, zekât, zekâtın farziyeti ve taksimâtı. nikâhı haram olan kadınlar v s. gibi esaslardır. Sahabiler devrinden itibaren müctehid imamlar devrine ve daha sonraki devirlere kadar bilginlerin ittifak edegeldikleri dinin daha bir çok kesin emirleri vardır.
Üzerinde icmâ' hasıl olan konulan bilmekten maksat, bu konula-n her zaman anlatcıcak şekilde ezberlemek değildir. Müctehid. ancak areıştırma yaptığı mesele ile ilgili icmâ’ bulunup bulunmadığını bilmekle yetinebilir.
Üzerinde icmâ’ hasıl olan konulan bilmekle beraber, bir müctehid; sahâbîler, tâbiîler ve onlardan sonra gelen müctehid imamların ihtilâfa düştükleri konulan da bilmek zorundadır. Müctehid, Medine ve Irak fıkhının metod)arını bilecek, doğru olanla doğru olmayan ara sında ve nass’lara yakın olanlarla uzak olanlar arasında sağlam bir karşılaştırma yapacaic kesin bir akla sahip olacaktır. Bu son şartlan İmam Şafiî er-Risale’de ileri sürmüş ve şöyle söylemiştir. «Müctehid, kendisine muhalefet edeni dinlemekten kaçınmamalıdır. Çünkü onu dinlemekle gafletten uyanır, doğru olarak inandığı şeyi tesbit gücü artar. Yalnız bu hususta onun son derecede çaba harcaması ve haktan ayrılmaması gerekir. Tâ ki bir şeyi neye göre kabul edip neye göre reddettiğini bilsin. Keza o, kabul ettiği şeyle muhalefet ettiği şeyden müstağni kalmamalıdır. Tâ ki kabul ettiği şeyin, terket-tiği şeyden neden üstün olduğunu, Allah’ın izniyle bilmiş olsun.»*^®
Ebu Hanife, insanların en bilgini onların ihtilâflarını en iyi bilendir, derdi. Çünkü, birbiriyle çarpışan görüşleri araştırmak, bu görüşler arasmdan parlayan hakikat nurunu ortaya çıkarır. İmam Malik. Ebu Hanife’nin talebeleriyle karşılaşınca onlara, kendisinin uğraştığı meseleler hakkında Ebu Hanîfenin ne düşündüğünü sorardı.
Allah’a hamd olsun ki sahâbilerin ihtilâfları, Medine ve Irak gibi memleketlerin fakihleri arasmdaki ihtilâflarla fıkıh mezheblerini temsil eden bilginler arasındaki ihtilâfları bize anlatan birçok kitaplara sahibiz.
Şirazînin «el-Mühezzeb» adlı eseri ve Nevevi’nin buna yazdığı şerh, tbni Kudâme’nin «el-Muğni» eıdlı eseri, İbni H8w:m’in
hallA», İbnı Rüşdün «Bıdayetû'l-Müctehid ve Nihayetû’l-Muktasıd», İbni Teymiyye’nin «el-FetâvA», «Şerhu AhAdlsi’l-Ahkâm» ve «Tefslr-u Âyâti’l-Ahkâm» adlı eserleri burada anılmaya değer. Bu gibi eserler sayesinde ihtilâf konularını bulmak ve arattırmak, bizim için oldukça kolay olmaktadır.
5— Kıyası bilmek: Müctehid olmak istiyen kimse, kıyasın hüküm çıkarma esaslarından biri oldu|^u ve doğru kıyasın metodunu bilmek mecburiyetindedir. Boylece o, nass’lardan hüküm çıkarma esaslarını ve nass’lara dayanan hükümlerle ictihad yapmak istediği konu arasındaki benzerlikleri kavrama ve içtihadına en yakın nassa bağlı olan hükmü seçme gücüne sahip olacaktır. Bunun için şu uç hususun bilinmesi gerekir:
a)Hükme esas teşkil eden asıl nass’lann bilinmesi, bu nass’-ların ifade ettiği hükümlerde müessir olan sebeplerle hakkında nass bulunmayan meselelere tatbik edilen sebeplerin bilinmesi.
b)Kıyas kaide ve prensiplerinin bilinmesi; meselâ, muayyen ve özel bir dunımu ifade ettiği sâbit olan bir nass üzerine kıyas ya-pılmıyacağı, kıyasa esas teşkil eden illetin vasıflan tesbit edildikten sonra fer’î meselenin aslî meseleye tatbik edileceği bilinmelidir.
c)Geçmiş büyük bilginlerin, hükümlerin sebeb (illet) lerini ve hükümlere esas teşkil eden sebeblerin vasıflanm tesbir etmede ve kıyas yoluyla hüküm çıkeumada kullandıklan metodlarm bilinmesi.
Kıyasın bilinmesi konusunda el-Esnevî şöyle söyler: «Müctehi-din kıyası ve kıyas için muteber olan şfiutlan bilmesi gerekir. Çünkü bu, bir ictihad kaidesi olup sa3nsız hükümlerin açıklanmasma götüren bir yoldur.»®^
6— Hükümlerin ametçlan (makasıdu'l-ahkâm) nı bilmek: Fıkhı hükümler çıkarmak istiyen müctehid, İslâm şeriatının amaçlan-nı ve Hz. Peygamber’in gönderilmesine sebep olan asıl gayeyi bilmelidir. O, bu sayede, ictihad yaparken bu amaçların dışına çıkmaz. Bunları bilmeyen kimse, kıyasm şekillerini ve dînî hükümler için uygun olan sebeplerin vetsıflannı tamyamaz. Ayrıca müctehidin, Is-lâmiyetin kabul ettiği insan maslahatmı bilmesi gerekir. Çünkü in-scuılann umumi maslahatlannm bilinmesi zaruri bir esastır. Zira müctehid, bu sayede, hakiki fnaslahatla kuruntudan ibaret olan maslaüıatı. Islâmiyetin insanlara yararlı olduğunu beyan ettiği hususlarla onun mücadele ettiği nefsi ve şehevi arzulan birbirinden
ayıracaktır Kezâ o. bir işteki maslahat ve mazarratı kavrayıp bun 1ar arasında karşılaştırma yapabilmelidir, ta ki mazarratı defetme nin maslahatı celbetmeden önce olduğunu, bütün insanlara faydalı olan hususların, birkaç şahsa faydalı olan hususlara tercih edileceğini ve bunların ictihad için esas teşkil ettiğini bilsin.
Şâtıbi -el Muvâfakât* adlı kitabında şöyle der: «tctiheul iki esasa dayanır 1 — Şeriatın amaçlannı bilmek. 2 — Arapçayı tam ola rak anlamak. İnsan, şeriatın maksatlarını bütün meselelerde anla yacak bir dereceye gelirse o ilim öğretme, fetvA verme ve Allah’ın bildirdiği hükümleri açıklamada Peygamber (S.A.)’in vArisi olma vasfını kazanmış olur Bunlardan birincisi asildir. İkincisi de, şeriatın maksatlarını anlamak için bir vâsıtadır. Zira Kur’an-ı Kerim in hükümlerini anlamak için Arap dili ile ilgili bilgiler, içtihada esas teşkil eden şeriatın amaçlarını anlamada yardımcı olurlar.» Dola-yısiyle, şeriatın gaye ve maksatları tam olarak anlatılmazsa yeni bir hüküm çıkarmak imkânsız olur.
Bize göre bu esasların her ikisi birbirini tamamlar. Çünkü, şeriatın amaçlarını bilmek, nass’lar olmaksızın imkânsızdır. Nass’lar da, Arapça tam olarak bilinmezse anlaşılmaz. O halde bunlar, tamamen birbirine bağlı hususlardır. Nass’lar olmaksızın şeriatın amaçlarının bilineceği söylenemez. Aksi halde böyle bir iddia, nass’lan hükümsüz bırakmak olur. Şâtıbî’nin sözünü şöyle anlamak gerekir; Şeriatın amaçlan belli bir nass’dan değil, bütün nass’lann toplamından anlaşılabilir. Bu doğrudur; fakat cüz’î bir meseledeki maksadı anlamak, külli hükümleri meydana getiren nass’lan anlamaya bağlıdır
7— Doğru bir anlayış ve takdir gücüne sahip olmak; Bu şart yukandaki şartlan ihraz etmek için bir vâsıtadır. Bu şartı haiz olan müctehid, gerçek fikirleri saçma olanlardan ayırdetmek imkânına sahip olur. el-Esnevî, bu şartlar hakkında şöyle söyler; «Müctehi din; tariflerle burhanlann şartlarını, bunların mukaddime (öncül)-lerinin nasıl sıralandığını, kendi görüşünde hatâya düşmemek için bu mukaddimelerden giderek istediği neticeye nasıl ulaşacağını bilmesi şarttır.»
el-EsnevI, Adetâ burada müctehidin mantık bilmesini şart koşmaktadır. Bazı bilginler, müctehidin mantık ilmine sahip olmasını şart koşmamışlardır. Çünkü, onlara göre sahâbî ve tâbiîlerin fakih-leri ile müctehid imamlar, ulaşmış oldukları fıkhî ictihadlannda mantık ilmini bir vâsıta olarak kullanmamışlardır. Zira onların devrinde bu ilim, Arap ve müslümanlar arasında bilinmiyordu.
Bazı bilginler de, daha ileri giderek, mantıkla uğraşmanın mekruh olduğunu söylemişlerdir Şeyhülislâm İbni Teymiyye bunlar arasındadır Ona göre mantığın hiç bir fayd€isı yoktur İbni Teymiyye (Ol. 728 H.) Nakd’ul Mantık (Mantığı Yıkma) adlı bir kitap telif etmiştir. Bir kısım Ehl-i Sünnet bilginleri de mantık ilminin mekruh oluşuna dair eserler yazmışlardır
Bize göre mantık bilmek, müctehıd için şart değildir. Fakat meuı-tıkla uğraşmak mekruh da değildir Hattâ mantık, aklî bir ilim olarak kulturu kuvvetlendirir. Tartışma esnasında kişiye büyük yardımcı olur İnsana sağlam bir ölçü verir. Sapıkların karşısında ha kikatlerı savunurken yardım eder Gerçi, şer’i hükümleri çıkarırken sırf mantığa dayanmak asla doğru olmaz. Müctehid için mantık ilmini şart koşmamakla beraber biz. İmam Şafii’ye uyarak, müctehi-dın hakikatleri kavramak için doğru bir anlayışa ve keskin bir görüşe sahip olmasının zaruri olduğunu söylemek zorundayız.
8— iyi niyetli ve sağlam ıtıkad sahibi olmak ; Halis bir niyet, kalbı Allah’ın nuru ile aydınlatır. Onu, bu dinin özüne nüfuz ettirir ve yalnız hakka yöneltir. Haktan başkasına meylettirmez. Çünkü Allah. ıhlas sahibi kimsenin kalbine hikmet kapılarını açar ve ona hidayet eder. İslâm dini, ancak kalbi ihlas ile aydınlanmış olan lamı idrak edeceği İlâhî bir nurdur.
İtikadı bozuk olan kimse bid at ve nefsi arzularının peşine dü şer. selim bir kalb ile nass’lara yönelemez. Çünkü onun düşüncesine. akli kudreti ne olursa olsun, doğru hüküm çıkarmaktan onu uzaklaştıran bir hal hâkim olur. Zira kötü niyet düşünceyi de kötüleştirir Bundan dolayı kendilerinden sonra gelen nesillere derin bir fıkıh mirası bırakan büyük imamlar, fıkıhla şöhret yapmadan önce takvâ ve ihlâslanyla meşhur olmuşlardır. İslâmî hakîkatları araştırmakta ihlas, araştırıcıyı o hakîkatlara yaklaştırır. îhlas sahibi olan, hakikati nerede bulursa bulsun kabul eder, taassup göstermez. Mutlaka kendi görüşünün doğru olduğunu, başkalarının yanıldığını iddia etmez. Kendisinin de içtihadında yanılabileceğin i, kendisinder başkedarınm da ictihadlarmda doğru olabileceklerini kabul eder. Bü yük imamların hepsi «Bizim görüşümüz doğrudur. Yanlış da olabi lir. Başkalarınm görüşü yanlıştır. Fakat doğru da olabilir» derlerdi
Yukarıda da nakletmiştik; Şafiî, talebelerine, bir hadis bulur larsa kendi mezhebine aykırı da olsa, ona sanimalannı emrederdi. Hattâ O, «Sahih bir hadis bulursanız benim mezhebim odur» derdi. Ebu Hanlfe de, ulaştığı neticenin kendisine göre en iyi bir netice olduğunu, bundan daha iyi neticeye ulaşan olursa ona
söylerdi. Şâtıbl’nin deyişiyle ictihad; düşünce, ruh ve ilim bakımın dan Peygamber (S.A.)’in postuna oturacak bir dereceye yükselmek tir. Çünkü, Peygamber nasıl Kur’an-ı ve Allah’ın emirlerini insan iara açıklıyorsa müctehid de aynı vazifeyi yapıyor. O halde kalbım Allah’a teslim etmiyen ve İslâm! hakikati araıştırırken ihlas sahibi olmayan, bu yüksek mertebeye ulaşabilir mi?
İşte İslâm hukukçulannm, ittifakla, muctehıd'de bulunmasını kabul ettikleri şartlar bunlardır. Bu şartlan kendisinde toplayan müctehide «tnutlak» veya «müstakil müctehid» denilir. Burada ak la şöyle bir soru gelebilir: Bu şartlan koyan ve kendisini içtihada ehil gören kimdir? O, bu şartlan nereden çıkarmıştır?
Şüphesiz bu soru ilk görünüşte yerindedır. Fakat onu ilen su renler, kendileri ehil olmadıklan ve ictihad yapacak imkânlara sa hip bulunmadıkları halde, müctehidlik taslıyan kimselerdir
Bu soruyu şöyle cevaplandırabiliriz: Yukarıda zikredilen şart 1ar akim kabul ettiği apaçık hususlardır veya ictihad yolunu açan ilk müctehidlerin sıfatlan bunlardır. Biz de, ictihad hususunda bun lan eksiltmeden onlara uymaktayız. Çünkü ıhlas, hakikati aramak ta iyi niyetliLk, doğru anlayış ve takdir gücü, nass’ları ve kıyas için esas teşkil eden kaideleri bilmek, şeriatın amaçlannı kavramak gi bi müctehid’de bulunması gereken sıfatların hepsi aklın apaçık gös terdiği hususlardır. Aklı başmda olan, bunlar hakkında tartışmaya girmez. Beri yandan takdir kabiliyeti olmayan, iyi niyet sahibi bulunmayan, şeriatm hükümlerini ve amaçlannı hakkıyla bilmeyen, onlardan hüküm çıkarmak için gerekli olan kaideleri öğrenmeyen nasü müctehidlik iddiasında bulunabilir?
Arapçayı, Kur’an ve Sünneti, icma’ hasıl olan konulan bilmek gibi ictihad şfiutlarma gelince; sahâbîlerden ictihad’da bulunanlar bunları ihraz* ediyorlardı. Bu sahâbîler, ictihad yolunu Peygamber zamanmda açmışlar ve yaptıklan ictihadlan Peygamber kabul etmişti. Dolayısiyle onlann ictihadlan hüccet teşkil etmiş, onlarm ic-tihcul metodlarmı da Peygamber (S.A.) tasdik etmiştir. O halde onlann metodunu tanımamak, ictihad metodunu tanımamaktır. Üstelik Kitab, Sünnet ve İcmâ*, Islâm fıkhınm kaynaklandır. Bu kay-naklan bilmeyen nasıl müctehid olabilir? Bu İslâm kaynaklarma bağlı kalmaksızın ictihad yapmak istiyenler, istedikleri gibi hareket edebilirler; ama, bu durumda onlann İslâmî bir hükme ulaştıklarını söylemeye haklan yoktur.
1— Kâmil Ictıhad; Buna mutlak ictihad da denir ve şartla-nnı bundan önceki bahiste açıkladık. Bu ictihad iki dereceye ayrılır :
a)Belli bir mezhebin prensiplerine bağlı olan müctehidin içtihadı.
b)Hiç bir mezhebin prensiplerine bağlı olmaksızın dinin herhangi bir ihtilâfa sebep olmayan kesin prensiplerinden hareket eden müctehidin içtihadı.
2— Büyük müctehidlerin ortaya koydukları prensiplere göre meseleleri tatbik konusunda yapılan ictihad : Buna tahrîç veya mezhepte ictihad adı verilir. Bu türlü ictihad’da buhman mezheblerin bilginleri bir çok derecelere ayrılırlar.
Müctehidlerin tabakaJarma göre ictihad yedi dereceye aynhr. Dolayısiyle, ictihad derecelerini temsil eden müctehirler de yedi ta-babaya ayrılırlar. Bunlardan ilk dört tabaka müctehid olduğu halde, kalan üç tabaka da, her nekadar bir nevi ictihcul sakibi ise de, mukallid sayılmıştır.
1 — şeriatta mOctehîd olanlar
Bunlar, birinci tabakayı teşkil eden müstakil (mutlak) mücte-hidlerdir. Dinî hükümleri Kitab ve Sünnet gibi kaynaklarından çıkaran, nassTara göre kıyaslcu* yapan. masUüıâtlara göre fetvâlcur veren, istihsan deliline dayanarak hükümler beyan eden, nass bulunmadığı takdirde akıl ve rey ile hcureket eden mûctehidler bu tabakaya dahildir. Kısaca bu mûctehidler, her türlü istidlâl yollarına başvurmuş ve herhangi bir mezhep sahibinin görüşüne bağh kalmamıştır. Onlar, sadece scüıâbilere tâbi olmuşlardır. Yüce Allah <*a, ea-habilere tâbi olanları Kur’an'da övmüştür.
Said b. el-Müseyyib ve İbrahim Nehai gibi tâbiilerin bilginleri bunlar arasındadır. Cafer i Sadık, babası Muhammed Bakır, Ebu Ha-nife. İmam MAlik, Şâfil, Ahmed b Hanbel, Evzâi, Leys b Sa'd ve Suf yan Sevri gibi mezhep sahibi fakihler de bu tabakayı teşkil eden muc tehidlerdendir. Gerçi bunlardan bazılarının mezhep ve görüşleri gu nümüze kadar gelmemiş; sadece fakıhlerın ihtilâflarını anlatan kitap 1ar arasında bunların bazı görüşleri bize kadar ulaşmıştır
Bu müctehid imamların talebeleri, acaba bu tabakaya dahil mı dir? Bu soruya şöyle cevap verebiliriz ; Bunların bazısı şüphesiz ki ikinci tabakaya dahildir. Bazılarının birinci tabakadan sayılıp sayıl I maması tartışma konusu olmuştur. Meselâ. Ebu Hanife’nın talebesi Ebu Yusuf (Ol. 183 H ), Muhammed b. el Hasen eş Şeybâni (Öl 189 H.) ve Zufer b. el-Hüzeyl (öl. 158 H.) i. Ibni Abıdin ikinci tabakava dahil etmiş ve onları müstakil müctehid saymamıştır. O. ikinci ta bakayı anlatırken şöyle söyler. «Bunlar, Ebu Hanife’nin talebeleri Ebu Yusuf ve Muhammed gibi mezhepte müctehid olan kimseler dir. Bu tabakaya dahil olanlar, hocalarının koymuş olduğu kaidelere göre delillerden hüküm çıkarmaya muktedir olan muctehıdlerdır Gerçi bunlar, bazı fer’i meselelerde hocalarına muhalefet etmişlerse de, asıl meselelerde onu taklid etmişlerdir.»"^
Bu söz tenkıd edilebilir. Çünkü Ebu Yusuf, Muhammed ve Zufer, fıkhı düşüncelerinde müstakil olup hiç bir suretle hocalarını taklid etmemişlerdir. Onların, Ebu Hanıfe’den ders almaları, onun görüşlerini incelemeleri, ictihad’ta istiklâl ve hürriyet sahibi olma lanna engel teşkil etmez. Böyle olsaydı başkasından ders alan her kesin mukallid olması gerekirdi. Dolayısiyle Ebu Hanife’nin de müstakil müctehidler derecesine ulaşmamış olduğu neticesi çıkanlabı lirdi. Böyle bir iddianın saçmalığı ise meydandadır. Çünkü Ebu Ha-nife, hocası Hammad b. Ebi Süleyman vasıtasiyle İbrahim Nehai’nin fıkkmı öğrenmek ve incelemekle işe başlamıştır. O, bunlardan birçok rivayetler yapmıştır. Ortaya böyle bir iddia atanlar, Ebu Hanî-fe’nin ictihad’taki mevkiini küçümsemek istiyenlerdir.
Ebu Yusuf, Muhammed ve Zufer’in hüküm çıkarırken dayan-lıklan prensipler, çok zaman hocaları Ebu Hanife’nin görüşlerine lyuyor ise de, her zaman aynı değildir. Onların hocalarına bazı esaslarda bile karşı koyuşlan, müstakil müctehid olduklarmı gös-erir. Hüküm çıkarma yollarmda onlann birleşmesi, taklid etmek leselesi değil, ikna olmak meselesidir. İşte mukallid ile müctehid rasmdaki fark budur. Doğru ölçü de bu olmalıdır.
Bu imamların hayatlarını incaliyenler, prensipler (el usul) de dahi onların taklidcilikten uzak olduklarını göstermektedirler. Bu imamlar, yalnız Ebu Heuıife’nin dersleriyle yetinmemişler. Ebu Ha nife’den sonra başkalarmdcuı da ders almışlardır. Meselâ; Ebu Yusuf, Hadisçilerin derslerine katılmış ve onlardauı birçok hadis öğrenmiştir. Ebu Hanife, belki de bu hadislere vâkıf olmamıştı. Daha sonra Ebu Yusuf, kadılık mevkiini işgal etmiş, bu sebeple insanlarm birçok hallerine vâkıf olmuş, hocasınm görüşlerine uyarken onları hükümleriyle süslemiş, ona muhalefet ederken yeni bilgi, görgü ve insanlar arasındaki yargılarıyla daha doğru bulduğu yolu tutmuş tur. Ebu Yusuf un bütün görüşlerini Ebu Hanife’nin söylemiş olduğunu iddia etmek, gerçekleri örtmek demektir. Nitekim bazı muta assıp Hanefi fakihleri. hocanm talebesi üzerindeki tesirini büyütmek için böyle scuımışlardır.
Muhammed b. el-Hasen eş-Şeybânî, gençliğinde Ebu Hanife’nin derlerine kısa bir müddet devam etmiştir. Ebu Hanife öldüğü zaman O. 18 yaşında idi. Hocası ölünce üç sene îmam Malik’in derslerine devam etmiş ve el-Muvatta’ı O’ndan rivayet etmiştir. Hattâ onun rivayeti, elMuvatta'ın isnad bakımından en doğru sayılan rivayetlerinden biridir. Bu durumda îmam Muhammed, usulde mukallid ise bu imamlardan hangisini taklid etmiştir? O, Ebu Hanife’yi mi, Mâ-lik’i mi. yoksa her ikisini birden mi taklit etmiştir? Mantıki olarak düşünürsek O nun mukallid olmadığmı söylemek mecburiyetinde kalırız Ebu Yusuf ve Züfer’in durumları da böyledir. Bunlar ne fu-rû’da ne de usûl’da mukallid değildirler.
Burada şunu da belirtmemiz gerekir: Usul, Ebu Hanife devrinde tam olarak yazılmamış idi ki, talebeleri onu Ebu Hanife’den aldı 1ar ve ona tâbi oldular, denilebilsin. Ancak usul, o devirde hüküm çıkarırken göz önüne alınır ve bir ders şeklinde okutulmazdı. Ebu Hanife’nin. kabul ettiği görüş hakkındaki açıklamaları kısa ifadeler şeklinde olup diğer memleketlerdeki mezhep sahipleri de. ona bu hususta muhalefet etmemişlerdir.
îbni Âbidin (öl. 1252 H.l’in, Kemaluddin b. el-Hümam (öl 861 H )’ı müstakil müctehid sayıp bu büyük imamları mukallid sayması tuhaf bir şeydir.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Bu türlü ictihad kapısı m bugün açabilir miyiz? Şafiiler ve Hanefîlerin büyük çoğunluğu buna müsbet cevap veriyorlar. Fakat her iki mezhebe mensup olan müteahhirin’in bir kısmı, fiilen bu kapıyı kapamıştır. Bununla beraber onlar, açıkça bu kapınm kapanması gerektiğini söylememiş-
lerdir. Hattâ bazı Hanefîler, Fethu’l-Kadir» yazan Kemaluddin b el-Hümam’ın müstakil müctehidlık mertebesine ulaştığını söylemişlerdir.
Mâlikîler, bu hususta görüş bakımından önce zikrettiğimiz iki mezhebe yakındırlar. Şu kadar ki onlar, her asınn müstakil mucte hidlerden hali bulunabileceğini caiz görmekle beraber, müstakil ol mayan müctehidın bulunmasını da zaruri saymışlardır.
Hanbelller, her asırda müstakil müctehidin bulunması gerekti ğini ileri sürerlerdi. Bu konuda îbn i Kayyım el-Cevziyye şöyle soy 1er r «Müstakil müctehidler hakkında Peygamberimiz. «Allah, bu ümmete her yüz yılın başında dinini yeniliyecek bir müctehid gönderir» buyurmuştur. Onlar. Allah’ın dinini yeniden canlandırmak için gönderdiği kimselerdir Ali b. Ebi Talib. bunlar hakkında, yeryüzü Allah’ın hüccetle emrini yerine getiren bir kâimden hali olmaz, demiştir».
Han belilere göre her türlü ictihad kapısı açıktır. Madem ki in sanların akıl ve idrakleri değişiktir, madem ki herkes müctehid ola cak kudrete sahip değildir ve herkesin ilmi ve akli seviyesi ayn ayrıdır; o halde hiç bir kimse ictihad için ehliyetli olduğunu iddia edemez. Böyle bir iddiada bulunan kimse, ilim ve ictihad sahibi olmak şöyle dursun, dini konuda itimada bile lâyık değildir.seo çalışması sizin hazırladı ve sunuyor ve sundu.

seo çalışması

seo fiyatları

seo uzmanı

seo danışmasnlığı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder