Sünnîlcr arasında, birbirine uymıyan inanışları ortadan kaldırmak, doğru olana sarılarak iki fırkayı birleş-dirmek için (NÂDİR ŞAH) cmr verdi. İki taraf âlimleri toplandı. Hepsinin karşısında Abdullah efendi ilm, akl ve senedlerle uzun konuşmalar sonunda, Şî’îleri cevâbsız bırakdı. İki tarafın soru ve cevâbları (HUCEC-I KAT’İYYE) adı ile bir kitâb hâlinde neşr edildi.]
Bağdâd vâlîsi Ahmed pâşa, beni istemiş. Gidince, pâşa-nın ağalarından Ahmed ağa beni karşıladı. Pâşa seni Nâdir şaha göndermek istiyor dedi. Sebebini sordum. Şâh Ehl-i siınnetden bir âlim istemiş. Şî’î mezhebinin doğru olup olmadığını anlamak için, Şî’î âlimleri ile tartışma yapacaksın. Şî'ilik doğru ise, beşinci mezheb olarak i’lân edilecek, dedi.
Ey Ahmed ağa! Sen bilmez misin ki, Şî’ıler inâdcı olur. Dediğinden dönmez. Benim sözümü kabûl ederler mi? Hele şâhlan, zâlim ve mağrûrdur. Onların mezheblerinin bozuk' olduğunu gösteren vesikaları nasıl söyleyebilirim? Onlarla nasıl konuşulabilir? Delil olarak söyleyeceğim hadislere zâten inanmıyorlar. Din kitâblarını kabûl etmiyorlar. Âyet-i kerimelere, işlerine gelecek şeklde ma’nâlar veriyorlar. Abdest alırken, mest üzerine mesh etmenin câiz olduğunu onlara nasıl isbât edebilirim? Bu iş, sünnet-i seniyye ile câiz olmuşdur. Bunu gösteren hadîs-i şerifi, yetmişden ziyâde Eshâb haber verdi. Bunlardan biri de, hazret-i Alîdir desem, bunun câiz olmadığını bize yüzden ziyâde Sahâbî haber vermişdir, derler. Sizin hadîs sandığınız sözler, mevdû’dur, sonradan uydurulmuşdur desem, onlar da bana böyle söyler. (Ne derseniz, biz de, onu söyleriz) derler. İşte, bunun için pâşa hazretlerinden ricâ ederim. Beni afv buyursun dedim.
Buna imkân yok. Bu iş için pâşa seni seçdi. Emrine itâ’at lâzımdır. Sakın karşı gelme dedi.
Ertesi sabâh Ahmed pâşa ile uzun uzun konuşduk. Sonunda (Haydi bakayım, Cenâb-ı Hak, diline ve delillerine kuvvet versin! Görüşmelerde, inâdcı ve kibrli görünürlerse sözü kısa kesersin. Fekat, onları cevâbsız da bırakma! Hakk kabûl ederler, insâflı konuşurlarsa, çekinmiyerek bildiklerin hep söyle! Sakın Şî’îlere mağlûb olma! Şimdi Nâdir şal Necefdedir. Çarşamba günü oraya var!) dedi. Birkaç kişi yol çıkdık. Yollarda, vereceğim cevâbları, göstereceğim delîlleı düşünüyordum Yolda rastladığım Sünnîler, şâhın yetmiş yakın Şî’î müftî topladığını söylediler.
Kendi kendime düşündüm. Onlann karşısında söylemek-den çekinmek doğru olmaz. Fekat, sözlerimi, şaha değişdire-rek bildireceklerinden korkulur. En iyisi, meclisde şâhın bulunmasını isterim, dedim. Necefe iki sâatlık yol kalmışdı. Biri gelip (Ne duruyorsunuz? Şâh sizi bekliyor) dedi. Şâh, her müsâfırini, böyle yolda çağırır mı, dedim. Hayır. Senden başka kimseyi böyle acele istememişdir, dedi. Bu söz üzerine, kendime (Şâhın maksadı, İmâmiyye mezhebini zorla bana kabul etdirmekdir. Beni sıkışdıracak, belki de zorlayacak. Fekat ben, ne aldanırım, ne de korkarım. Öldürüleceğimi bilsem, doğruyu söylemekden çekinmem. Müslimânlar iki kerre, çok sıkışdı. Birisi, Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellem» vefâtında idi. Bu zeman, Ebû Bekr-iSıddîk «radıyallahı anh» imdâda yetişip, feraha kavuşdurdu. İkincisi, Hârûnürreşîdin oğlu halîfe Me’mun [anası câriye idi. 180 de tevellüd, 218 de vefât etdi. Mezarı Tarsusdadır] Şî’î mezhebini severdi. Kur’ ân-ı kerîme mahlûk derdi. Ahmed ibni Hanbel [164-241 Bağ-dâdda] çıkıp, Müslimânlan bu fitneden kurtardı. Şimdi de, üçüncü fitnenin uyanmakda olduğu görülüyor. Benim kusurum, duraklamam, bunun kıyâmete kadar uzamasına sebeb olur. Ya’nî, îslâmın yükselmesi ve küçülmesi, görünen birer sebebe bağlıdır. Şimdi, bu fitnenin ortadan kalkmasına ben sebeb olacağım) dedim. Gayret ve sebât etmeğe karar verdim. Ölümü bile gözüme aldım. İlerledim.
Karşıdan iki bayrak göründü. Yaklaşınca, saltanat çadırla-nnı gördüm. Şâhın çadırı, büyük, yedi direk üzerine kurul-nuşdu. Binlerce nöbetçi asker vardı. Birisi bizi karşıladı. A,hmed pâşayı, beğleri ismleri ile sordu. Böyle tanıdık gibi ormasından şaşırdım. (İranın Osmanlı devletinde elçisi idim, ^hmed pâşa hazretlerine de hizmet etmişdim. Adım, Abdül-erim beğdir) dedi. Dokuz kişi daha geldi. Bunlar gelince, ıbdülkerîm beğ saygı ile kalkdı. Büyüklerden olduklannı nladım. Selâmlaşdık. Şâhın huzuruna buyurun! diyerek, üyük çadırın perdesini kaldırdılar. Bir aralıkdan geçip, şâhın dasına girdik. Nâdir şâh, beni görünce, yüksek sesle (Abdül-h efendi, merhabâ! İleri gel) dedi. On adım kadar ilerledik, krâr (ileri gel!) dedi. Dahâ gitdim. Aramızda iki üç metre taklık kaldı. Oturuyordu. Uzun boylu olduğu anlaşılıyordu, aşında, boynunda, kolunda çok süslü şeridler vardı. Kibrli, ırûrlu idi. Yorgun, ihtiyar görünüyordu. Sakalı siyaha >yanmış, ön dişleri düşmüşdü. Açık yay gibi kaşları ile göz
Itfi pA gtt^rldL Heybetli, fekat se\imli bir zât idi. Onu fâf^âmde korku kalmadı. Yine türkçe olarak i Mmmeâ lıâa oe bâkSe, nasüdıf?) dedi. İyidir, âfiyetdedır. dec..m
[O aeraan, Osmanlı tahtında, >irmiddrdûncü pâdi^h oiaa mttan bınna Mahmud hân >ardı. Fekat, bundan önceki MİUB *^ûacû Ahmed hân hayâtda idi. 1083 de tevellüd [m. !“>•) } 149 da vefât etdi. Bağçekapıda, yeni câmi’ ile Mısır çanM ara—ıdıki babasmm annesi olan (Turhan Sultan) türbe-srodcdır. 1115 ınJmda tahta çıkdı. 1143 de yeniçeri ayaklanması ■*T*c taht dan indi. Yerine, kardeşinin oğlu sultân birinci VfalmAd £eçdi. Deli Petronun mağlûbiyyeti ve dâmâdı olan Nc^^clurh İhrâhun paşanın 1143'dc parçalanması bunun zema-
S*cûM Osmâni Idtâbt, birÛKri ciJdde diyor ki, Ahmed Pâşa, E>->ıûhi Haşan pâşanm oğludur. 1129 da Konya, 1130 da Basra ve 1136 da, babası vefatında Bağdâd vâlîsi, sonra Iran üzerine okhL 1149 da, yine Bağdâd vâiisi oldu. Binyüzaltmış ı'de aşında vefat et^. Bağdâdda iki dcFa vâlîliği yirmi iki sânnapdur].
Sem ne için istediğimi biliyor musun, dedi.
HaşTT, dedim,
Biliyorsunuz ki, benim memleketlerim iki kısmdır. Biri Tûrkmaa. iğen Efgandır. Bunlar, îranlılara kâfir diyorlar. Eıarundeki insanların birbirlerine kâfir demesi uygun değildir. Seat, kenehme vekS ediyorum. Onlarla, benim yerime görüşe-
Hang: tarafın doğru olduğunu isbât edeceksin. Şu ayn-Iğs ortadan kaldıracaksm. Toplanu yerinde her gördüğünü, ptdığım bana haber ver! Ahmed hâna da bildir, dedi.
Hazûrundan çıkmamıza izn verdi. İ'timâdüddevle, ya’ni vezir yanında müsâfir olmamı ve öğle nemâzından sonra, loBa ya'ırî diy ânet işleri reisi ile buluşmamı emr etdi. Oradan, ss'merek çıkdı m. Yemek için, l'timâdın yanına götürdüler.
oevrduğu yerde selâmımı aldı. Kalkmadı, saygı göster-«BdL Ben ocurunca. o kalkdı safâ geldiniz dedi. Ev sâhibi.
ocurdukdan sonra kalkarmış. Fekat, bunu bilmediğini ks, onoe sıkılmışdım. Hattâ şâhın emri ile kaldınJması lâzım
kûfrlerm btrincisı olarak, din âlimine saygısızlık yapdı Vnadhlm oidürülme»uü istıyecekdim. Fekat
öğrenince, saygı gösterdiğini anladım. Yemekden sonra, molla başıyı görmek üzere, hayvanlara binip, yola çıkdık. Yolda karşıma, bir efganlı geldi. Selâm verdi. Sen kimsin, dedim. Ben efgan müflisi molla Hamzayım, dedi. Arabi bilir misin, dedim.
Evet, dedi. Şâh emretdi ki, acemlerin küfr olan inanışlannı, bozuk işlerini düzelteceğim. Fekat, küfr olan bir şeyde inâd ederler, ba*zı inanışlarını saklarlar ise, ne yapanm? Bunlann iç yüzlerini bilmiyorum. Sen biliyorsan söyle! Ona göre davranayım, dedim.
Şahın sözüne güvenme! Seni, yalnız konuşmak için, molla başıya gönderdi. Konuşmalarda, uyanık davran, dedi.
Onlann insafsızlığından korkanm, dedim.
Yok. Ondan korkma! Şâh konuşmalann, kendisine değişdirilmeden bildirilmesi için adım başına, güvendiği adamları dizdirdi. Şâha, yanlış birşey büdirilmesinc imkân yokdur, dedi.
Molla başının çadırına yaklaşdım. Çıkıp, yürüyerek karşıladı. Kısa boylu idi. Beni üst yanına otundu. Söz arasında, bugün Efgan müftîsi Hâdî hocayı gördüm. Bir ilm deryâsıdır, dedi. Hâdî hoca Buhârâ kadısı idi. Çok âlim idi. (Bahrurilm) denirdi. Benden dört gün önce gelmiş. Yanında, Buhârâ âlimlerinden altı kişi varmış. Molla başı:
— Kendisine, Bahrul’üm adını nasıl yakışdırmış? timden hiç haberi yokdur. Ona, imâm-ı Alînin birinci halîfe olacağını gösteren iki vesîka versem, cevâbını bulamaz. Yalnız o değil, Ehl-i sünnet âlimlerinin hepsi bir araya gelse, birşey söyleyemezler dedi.
Öyle cevâb verilemiyecek delîlleriniz nedir, dedim.
Önce, size sorarım ki, hazret-i Peygamber, Alî ibni :bî Tâlib için (Mûsânın yanında Hârûn nasıl idi ise, sen de, enim yanımda öylesin. Yalnız, şu fark var ki, benden sonra eygamber geJmiyecekdir) buyurdu. Bu hadîsi, siz de bilirsiniz, edi.
Evet. Hem de meşhûrdur, dedim.
İşte bu hadîs, hazret-i Peygamberden sonra, imâm-ı lînin halîfe olacağını gösteriyor, dedi.
—Nasıl gösteriyor, dedim.
—İmâm-ı Alînin Peygamber yanındaki yeri, Hârûnun ûsâ yanındaki yeri gibi gösteriliyor. Yalnız (Ancak benden nra Peygamber gelmez) diyerek, burada ayrıldığı bildiriliyor.
Bunun için, hazrct-i Alînin, birinci halîfe olma«
Hârûnun eceli gelmeseydi, Mûsâdan sonra, halîfesi olum ' dedi.
Sözünden açıkça anlaşıldığına göre, mantık bılgMinde, bu sözlerden genel hükm çıkar imiş. Genel olduğunu netesiı^ den çıkarıyorsunuz?
İstisnalarda, izâfet, genel ma’nâ bildirir.
Hârûn «aleyhisselâm», Mûsâ «aleyhisselâm» gibi Peygamber idi. Hâlbuki, hazret-i Alînin, önce de sonra da Peygamber olmadığını siz de biliyorsunuz. Bundan başka, Hârûn «aleyhisselâm», Mûsâ «aleyhisselâm»ın öz kardeşi idi. Hâlbuki, hazret-i Alî, Resûl-i ekremin «sallallahü aleyhi ve selicm» öz kardeşi değildir. Genel olan şeyin ise, istisnâ ile ayrılrnası, mantık ilminde, zan gösterir. Onun için, sözün hükmünü, ma’nasını, bir menzile, bir yer için aramak lâzım olur. Bunu* için de, hadîs-i şerîfdeki menzile kelimesinin sonundaki (t, harfi, bir tek ma’nâsını bildiriyor. (Hârûnun yerinde) izâfcti izâfetlerin çoğunda olduğu gibi, izâfet-i ahdiyyedir. Ya’nî gene, ma’nâ bildirmez. (Ancak) kelimesi de (Fekat) demekdir. C hâlde, sözün ma’nâsı, kat’î değil zannî oldu. Böyle sözlerde belli olmıyan birşey, başka bilgiler yardımı ile anlaşılır. Ya’n (menple) ile (Hârûn) arasındaki bağlantı, Hârûnun yalni2 benî İsrâil için halîfe olduğunu gösterdiği gibi, hazret-i Alîni de Tebük gazâsında Medîne-i münevverede halîfe bıraküdığıı gösterir, dedim.
Halîfe bırakmak, onun üstün olduğunu bildiriye Birinci halîfe olması lâzım gelir, dedi.
Öyle ise, Abdüllah ibni ümm-i Mektûmun da hal'
olması lâzım gelir. Çünki, Resûl-i ekrem «sallallahü aleyhi sellem» onu ve başkalarını da, Medîne-i münevverede, hali j/a’nî kendi yerine vekîl bırakmışdı. Şu hâlde, halîfelikde bir ciliği, buna ve başkalarına vermeyip de, hazret-i Alîyi ayır® nızın sebebi nedir? Bundan başka, yerine vekîl bırakılın üstünlüğe sebeb olsaydı, Alî «radıyallahü anh» (Beni kad larla, çocuklarla, zevallılarla birlikde mi bırakıyorsun?) dİ rek üzülmezdi. Fahr-i âlem «sallallahü aleyhi ve scllg efendimiz de. Alînin «radıyallahü anh» gönlünü almak i Sen benim yanımda Hârûnun Mûsâ yanmdaki yeri gibi oİHi eğenmiyor musun?) buyurmazdı, dedim.
Ehl-i sünnetin usûl bilgisine göre, sebebin ayn olmasına değil, sözün genel olmasma baküır.
Vesika olarak, sebebin ayn olmasını ele almıyorum. Ancak, hadîs-i ^rîfdeki, belli olmıyan birşcyin, yalnız, (Husûsî) olduğunu gösteren bir işâret olduğunu söylüyorum dedim. Su.sdu.
Bundan başka, bu hadîs-i şerif, zâten sened olarak gösterilmez. Çünki, sözbirliği ile bildirilmiş değildir. Kimi sahih, kimi ha.sen, kimi de za*if hadisdir, dedi. Ibnülcevzî ise, mevdû’ olduğunu bildirmekdedir. [Ebülferec Cemaleddin hâfız Abdürrahman bin Alîyülccvzi büyük hadis âlimidir. 508 de Bağdâdda tevellüd, 597 [m. 1201] de orada vcfât etdi. Yüzden fazla kitâb yazdı. Mugn! adındaki tefsiri meşhûrdur]. Bununla, imâm-ı Alînin birinci halîfe olması, nasıl anlaşılır ki, delilin meşhûr nass olması lâzımdır, dedim.
Evet öyledir. Delilimiz, yalnız bu değildir. (Alîye, Mü’ minlerin emîri olarak selâm veriniz) hadîsi delildir. Bundan Alînin Peygamber olduğu anlaşılmasa bile birinci halîfe olmasına diyecek yokdur, dedi.
Bu hadîs-i şerif, bizce mevdûdur. Ehl-i sünnet kitâblan-nın hiçbirinde, böyle bir sahîh hadîs yokdur, dedim. Düşündü. Birdenbire :
— Başka bir delil söyleyeceğim ki, ma’nâsını çevirmeğe imkân yokdur. (Geliniz! Çocuklannızı ve çocuklanmızı çağıralım!) âyeti delîlimdir dedi.
Âl-i tmrân sûresinin altmışbirinci âyeti olan bu âyet-i kerîme, nasıl delil olur dedim.
Necrandan, hıristiyaniar, Medîneye gelip inanmayınca, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» bunlara, (Gelin, içimizden yalancı olana, Allahdan la'net isteyelim) buyurdu. Ve Alı, Fâtıma, Hasen ve Hüseyni alıp çıkdı. Düâya çıkan, çıkmayanlardan elbet daha üstündür, dedi.
— Bu dediğiniz, menkıbedir. Üstünlüğü göstermez. Çünki Eshâb-ı kirâmdan herbirinin bir menkıbesi vardır ki, başkalarında bulunmaz. Târih okuyanlar, bunu iyi bilir. Bundan başka, Kur’ân-ı azîmüşşân arabî dil ile indi. Meselâ, iki aşiret arasında harb başlamak üzere iken, biri (Ben aşiretim' deki yiğitleri alıp çıkacağım. Sen de seçilmiş, kahramanların alıp çıkmalısın) dese, bu söz, ikisinin de aşiretinde, meydâı^
çıkanJardan ba^ka, >ığit adam bulunmadığına deli! ola Düâda. akrabâ ve yakınlan ile birlikde bulunmak kalbin kmk lığı ve düinın çabuk kabul olması içindir, dedim.
—Bu, kalbin kınkJığmı göstermez. Sevgisinin çokluğunu göstenr, dedi.
Bu cıbıUî, tabî’î, yaradılışda bulunan bir sevgidir. İnsanın kendi kendini, çocukJannı sevmesi gibidir. Bunda üstünlük aranmaz, dedim.
Sen dahâ, usûl ilmini ve belki de arabîyi bilmiyorsun! Dclîl sandığın (enfüs) kelimesi, cem’i kılletdir. Cem’ olan (nâ) ya bağlanmışdır. Cem’in cem’ karşısında bulunması ise, birlerin binlere bölünmesine sebeb olur. Meselâ bölük bindi demek, bölükdeki erlerin hepsi atlarına bindi demekdir. Birden çok olana cem’ denir. Nûr sûresinin yirmialtıncı âyeti olan (Bunlar onların dedikleri gibi değildir) kelâmında, hazret-i Aişe «radı-yallahü anhâ» ile Safvan* hazretleri bildirilmekdedir. Bunun gibi, Tahrîm sûresinin dördüncü âyetindeki (kalbleri), cem olduğu hâlde, mantık ilmine göre, ikiyi gösteren zamire bağlanınca iki kalb olmuşdur. Bunlar gibi Hasen ve Hüseyn için, cem’ olarak (çocuklanmız) ve hazret-i Patıma, yalnız bulunduğu hâlde, cem’ hâlinde (kadınlar) denilmesi, mecazdır. Bu âyet-i kerîme, eğer, hazret-i Alînin birinci halîfe olacağını gösterseydi, Hasen, Hüseyn ve Patıma hazretlerinin de, sıra ile halîfe olmaları lâzım olurdu. Hâlbuki, hazret-i Pâtıma halîfe olamaz dedim. Susdu. Cevâb veremedi. Biraz sonra:
Benim bir delilim dahâ var. Mâide sûresinin cUiseki (Elbet, sizin velîniz, sahibiniz, Mlahü teâlâ ve Onuı Resûlü ve îmân edenlerdir) buyuruyor. Tefsîr âlimleri sözbirliğ ile bildiriyor ki, hazret-i Alî «radıyallahü anh» nemâzda iken bir fakjre yüzüğünü sadaka verince, bu âyet-i kerîme nâzil oldu. Ayet-i kerimedeki (inne-mâ) yalnız o demekdir. Ya’ni ona mahsûsdur. Velî kelimesi de, tesarrufa, idâreye en elvcrisl demekdir dedi. Ve, siz Sahâbe-i kirâmı nasıl bilirsiniz? dccU
Adil, özü, sözü doğru biliriz dedim.
Kur*ân-ı kerîmdeki pekçok âyetler, Eshâbı kotUİ mekde, aşağılamakda ve azarlamakdadır dedi. Münâfık oldu! larını, Resûlullaha, elem, acı verdiklerini bildiren âyeti
çokdur. Meselâ, Tevbe sûresinin ellidokuzuncu âyeti ve Mücâdele sûresinin sekizinci âyeti ve Münâfıkûn sûresinin birinci âyeti ve Muhammed sûresinin onaltıncı ve yirmi ve yirmidoku-zuncu ve otuzuncu âyetleri bunlardandır, dedi. Bundan başka, Tevbe sûresinin yüzikinci âyeti ve Feth sûresinin onbirinci ve onikinci ve onbeşinci âyetleri ve Hucurât sûresinin dördüncü âyeti gösteriyorlar ki, Medîncde ba’zı münâfıklar o kadar gizli çalışıyorlardı ki, ehâliye değil, Fahr-i âlem efendimize bile sezdirmiyorlardı. Enfâlde Resûlullaha karşı gelenler meşhûr Bedr gazâsından cayarak düşmâm görmeden geri dönenler, mü’minlcrin, canlarına minnet bildikleri o günün şerefinden kaçanlar, hep onlardır. Bunun içindir ki, gizli şeyleri bilen Allahü teâlâ hazretleri, Enfâl sûresinin altıncı âyetinde münâ-fıklann kötü niyyetlerini açığa çıkarmakdadır. Huneyn gazâ-sında kaçanlar ve çok sayıda olmalarına güvenerek, Âl-i İmrân sûresinin onuncu ve yüzonaltıncı âyetlerinin inmesine sebcb olanlar, yine bu münâfıklardandır. Bunlar, Uhud fâciasında, Fahr-i kâinat hazretlerini düşmânların eline bırakıp dağa kaç-dılar. Mubârek yüzünün yaralanmasına ve iki dişinin şehid olmasına ve kısrakdan düşmesine sebeb oldular. Hattâ yardım istediğinde, duymamazlıkdan geldikleri için Âl-i İmrân sûresinin yüzelliüçüncü âyet-i kerîmesi ile, Allahü teâlâ tarafından azarlandılar. Tebükdeki meşhûr hareketlerinden dolayı da, Tevbe sûresinin otuzdokuzuncu âyet-i kerîmesi ile tekdir ve tehdîd edildiler.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, hazret-i Peygamberin Eshâbı isyân ederler, ona karşı gelirlerdi. Firâr etdiklerini bildiren âyet-i kerîme, birkaçının değil, hepsinin kaçdığım göster mekdedir. Çünki, Tevbe sûresinin kırküçüncü âyeti,azâblanr ve azarlandıklarını açıkça bildirmekdedir. Fahr-i âlem «salla lahü aleyhi ve sellem», onların geri dönmelerine izin verdi için, Tevbe sûresinin kırkdördüncü âyet-i kerimesi ile. Nebiy-yi zîşânın da azarlanmasına sebeb oldular. Bunlard başka, hicretin beşinci yılının onbirinci ayındaki Ahzâb ya Hendek gazâsında, Ahzâb sûresinin onüçüncü ve onbeşi âyetleri ile ve dahâ nice âyetlerle tekdir edildiler ve kötüler 1er. Böyle kimselere nasıl olur da, âdil denir? Onların .işler i sözleri, din işlerinde nasıl sened olur? Onlara inanmak, gm ^ek, akla da, ilme de uygun değildir. Nasıl, bu vesîkalaı fcitr&ı hir diyeceğin var mı
yaOLM oUnk büdu-dığın ivct-ı kcrîmclenn hepsi, münif'^*'’ ıçm felmııdır. Bunda, kimsenin şübhesı yokdur. Hatti, de böyle olduğunu sözbirtığı ile söylcmekdedir. Münifıkı^ için fcldıklen bilinen bu iyet-i kerimeleri, âyetler ile medh-i seni edilen Eshib-ı kırima bulaşılmağa kalkışmak, böylece o büyüklen lekelemek istemek adâlete ve insâfa sığmaz. Once^ len, mUnifıklann sayısı çokdu. Sonra, azalmağa başladı. Fahr-ı âlem «sallaliahü aleyhi ve sellem»* efendimizin, omr-i şerifinin sonuna doğru, münâfıklar, doğru olan Müzminlerden aynldı. Allahü teâlâ, ÂI-i İmrân sûresinin yüzyetmiŞoku-Tuncu iyet-ı kerimesi ile, layyıbleri habislerden ayırd eyledi. Resûlullah «sallaliahü aleyhi ve sellem» efendimiz hazretleri (Ocakdaki aleş, demiri, pislikden ayırdığı gibi, Medine de, İnsanların iyisini, kötüsünden aymyor) buyurdu. Ya’nî demircilerin kullandığı ocak, yüksek fırınlar, demirdeki curûfu, gang denilen kötü maddeleri ayırdığı gibi, Medine şehri de, insanların kötüsünü iyisinden ayınr buyurdu. Böyle olduğu anlaşılınca, münifıklan bildiren âyet-i kerîmeleri Eshâb-ı kirâma yüklemek, nasıl doğru olur? Âl-i tmrân sûresinin yüz onuncu âyetinde (Siz, ümmetlerin en hayrhsı, en iyisi oldunuz) kelâmı ile, Allahü teâlânın medh-u sena buyurduğu kimseler, nasıl olur da, münâfıklarla bir tutulur?
Allahü teâlâ, Eshâb-ı kirâmı, birçok âyet-i kerîme ile övdü.
Tev^ sûresinin ellidokuzuncu âyetinin (Havâric) kabilesinin reisi (İbni zil Huvaysıra bin Zuheyr) için geldiğini bütün tefsirler yazıyor. Bu âyet-i kerimeyi Sahâbc-i kirâma yüklemek, ilm adamına yakışmaz. Buhârî-yi şerif kitâbında, bunu açıklayan yazılan burada söylemek yerinde olur. Ebû Sa’id-i Hudrî «radıyallahü anh» diyor ki, Resûlullah «sallaliahü aleyhi ve selJem»» efendimizin yanında idim. Mübarek nurlu yüzünü görmekle lezzet alıyordum. Kendisi, Huneyn gazasında kâfirlerden alınan ganimet mallannı dağıtıyordu. Benî Temim aşiretinden Huvaysıra kapıdan içeri girdi. (Yâ Resûlallah! Adâleti gözet!) dedi. Resûlullah «sallaliahü aleyhi ve sellem^ (Sana yaziidar olsun! Ben adalet yapmazsam, kim yapar? Adalet üzere olmasaydım, çok zarar ederdin!) buyurdu. O sırada, Eshâb-ı kirâmdan ömcr-ül-Fârûk «radıyallahü anh>* câhili öldürmeğe müsâade buyur) dedi. (Bırakınız! Çünki, bu adamın arkadaşları vardır. Sizin gibi nemâz kılariar, Siziııi^
biriikde or»ç tvtarİAr. kar‘ia-1 kerîm okurlar İse de, Allahü teilİMi kelİBH kojlaıianMİM a>agı inmef. Bunlar, ok yaşdan v'tkdrtı gibi, diadea dışan çıkarlar. Okuna «e hedefe ve şifeve hakaM», lûcbiriM g^mez. Halbuki, ok $işeve varmış, delmiş, kanı akamt^r. Bunlarm içinde bir kimse olacakdır ki, rengi sivahdtf. tki kol—dan biri bavdan memesi gibidir. Durmadan daadar) buv'vadu. Ebû Satd-ı Hudri dı>or kı, hazret-ı Al!«radı-vallahü anh» halîfe iken, hiricîlcrle muhârebe etdı. Esirler arasında, bos le bir adam gdrduk Tam. Resûlullah efendimizin bıldırdıjb g-bı ıdı. Bu i\ei*ı kerimenin inmesine sebcb, münâ-fıklardan Ebulhavât adında bınsı (E> arkadaşlar! Sahibinize mcm bakmı>orsunuz! Size mahsûs olan eş>a\ı. koyun çobanlarına vererek adalet vapdı^ını göstermek istiyor) demesidir denildi.Mücâdele ^ûresmm >ekızınci .îyeti de. ychûdiler ve mün.ı-tikîar »cm ınniîşdır. Çimkı, bunlar. Mü'minlerdcn gizli olarak, aralannda toplanır ve goz. kaş işaretlen ile. Eshâb-ı kiramı aldatmaca çalışırlardı. Mü'minler. bunlacm başlanna ağır bir felâket geldiğim, aeılannı kimseye duvurmamak için gizli konuşduklannı .'i.ınarak bunlara acırlardı. Fekat. böyle gizli konuşmaların uzun zeman sürmesi, bunlann içlerini ortaya çıkardı. Eshâb-ı kirâm «aleyhimürridvân“. kötü niyyetlc yapılan bu gizli toplantılara son v erilmesi için. Fahr-i âlem «sâllal-lahü alevhı ve sellem- efendimize şikâyet etdiler. Böyle toplantılara .son verilmesini emr buyurdular. Fekat. Münâfık-lar dinlemedi, hiyânetlerine devâm etdiler. Bunun üzerine. Mücâdele sûresinin sekizinci âyetinde (Gizli toplantı yapmalan vaşak edilenkfi görmedin mi? Bunlar, yasak edildiği hâlde, yine gizli toplandılar. Günâh, düşmanlık ve Resûlullaha karşılık için topianıyoriar) buyuruldu. Bunlann yasak emrini dinlemeyip, vıne toplanmalan. Resûlullaha karşı gelmekdir.
Mücâdele sûresinin sekizinci âyetinde (Sana selâm verdik-lerî veman, Allahü teâlânm, seni selâmladığı gibi vermiyorlar) Vehûdîler azaıîanmakdadır. Y’ehtldîler, Resûlullahın yanına teldıklen zeman, (Size selâm olsun) yenne (Size sam olsun) ferlerdi. Resûlullah «sallaliahü aleyhi ve sellem>» de (Size de âsim!) buyururdu. Fmin olmak, korkusuz olmak demek olao elâm yenne, ölüm demek olan sam derlerdi. Bviylece, yaratıl-iışlann, geçmiş, gelet'ek bütün ınsanlann en üstünü olar 'ahr-ı kâınâtı aldatacaklannı sanırlardı. Kendisinden aynldılt
dan sonra, aldatdıklannı, eğer gerçekden Peygamber olsayd bu kötülüklerinden dolayı, kendilerine azâb gelmesi lâzııîi olduğunu söylerlerdi. Bunun içindir ki, bu âyetin sonunda (Hesâblannm sonu Cehennem azabıdır) buyuruldu. (Buhârf) kıtâbtnda diyor ki, ychûdîlcr. Peygamber efendimizin huzû-runa geldikleri zeman, kötü âdetlerine göre, şübheli, bozuk selâmlannı söylerlerdi. Âişe «radıyallahü anhâ» bunu anlayıp öfkelendi. Resûlullah efendimiz, öfkelenmenin yeri olmadığını, (Size de olsun!) dediğini, düâsının kabûl buyurulduğunu söyledi.
Münâfıkûn sûresinin birinci âyetinde (Münâfıklar, sana geldiği zemân) kelâmı, Abdüllah bin Selûl ve arkadaşlannı göstermekdedir. Eshâb-ı kirâm ile hiçbir ügisi yokdur.
Muhammed sûresinin onaltıncı âyetinde (Onlardan, senı^ dinleyenler, yanından çıkdıklan zemân...) yine münâfıklar için* gelmişdir. Münâfıklar, Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve scl-lem» yanında bulunup, sözlerini işitirler ise de, anlamak istemezlerdi. tmâm-ı Mukâtü [Belhlidir. 150deBasradavefâtct(t] tefsirinde diyor ki, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve selleıri» hutbede, münâfıklara nasihat verirken, onlar anlamamazlık-dan gelerek, Abdüllah ibni Abbâsdan sorarlar, (Bu ne demek istiyor) derlerdi. Abdüllah ibni Abbâs «radıyallahü anhümâ» ba zan bana sorarlardı diye, bunu haber veriyor. Adâlet sâhibi olan Allahü teâlâ, sâdık olan, canla başla hizmet eden mü’ minleri, münâfıklardan ayırarak, Muhammed sûresinin onal-tına âyetinde (Onların kalblerini AUahü teâlâ mühürledi...] buyurdu. Eshâb-ı kirâmı da, bundan sonraki âyet-i kerimede hidâyet ve nccât ile müjdeledi. Saîd bin Cübeyr «radıyallahü anh» diyor İd, Muhammed sûresinin yirminci âyetindeki (K lerinde hastalık olanları gördün) kelâmı münâfıklan açıkça termekdedir. Çünki, üç dürlü kalb vardır. Biri, mü’^ kalbidir. Temiz ve sevgi ile Allahû teâlâya bağlıdır, ikincili vc ölü kaibdir. Kimseye aamaz...Üçüncüsü, hastaolan^ dür. Hastalık, münâfıklık hastalığıdır. AUahü teâlâ, bu üç) “ dc, Hac sûresinin ellibirinci âyetinde bildiriyor. Bu üçden,^ azâbdadır. Biri, kurulucudur. Mü’minin kalbi _ AUahü teâlâ, kalb-i* selimi medh vc senâ buyuruyor. Şü’t sûresinin scksensckizinci âyetinde (O gün, mal vc çocnklasr|_ vermez. Yalmz, kalb-i selim ile gelen fâidelenir) buyuruyciT^ Benî Anber kabOcsi kâfir idi. Bunları, Eshâb-ı retJerinin sırasına koymak, akl Uc de, üm ile de pe
Huneyn gazvcaındck: da|jlmak da. kaçmak değûdkr. tedbir, bir harb oyunu *ds Her Miramda, derteaK okte^ gibi, ba'zan çekilme de oiur Btamnla berkbcr. ba da|daaUr. Eshâbn kırkmuı büyüklen de^kk Birkaç ay oace. Mekkeauı. fethinde, âzid edilmiş olan esirlerdi. Sonunun zafer olaca|! belli ıdı. Hani bu çekilmenin zafere yol açdt|ı. tesbe ««»n-MM yirmiyedıoci âyetinde (Sonra. BeıâliBe *e Mi'mMna kUk indirdi) bildirilmekdcdu. Rcsû.‘'r9ab «sa:'a j aleyta ac Kilem- bunu bildiği ıçm. o gün da filanlara, soma hıçbûşey söylemedi. Hiçbirine danlmadu Bizim dil uzatmamız, do^ öhn mu? Siz. Şi’i fırkasının âlimlerinden Eb..aisıa sTlnın (Kitibuşşerâyı’) risâlesindc (Ölüm ve belik leMûkes okicf^ zemin muhârebeden kaçmak caizdir) demldıfme göre. Huneyn gazasında çekilen F.shâha dil uzannamak lâzua gelmez mi?
Llıud gazâsındakı firar ise. yasak eAlmeıVn önce ak. Allahü teâJânın bunları afi buyurdufu. kin tmrin sûıesırun y üzellibeşind âyetinde bikimlmckdcÂr.
M-t İmrân sûresinin yüzdîıüçüncû âyet-i kerinjcsmâen önceki (.AUahO (eâli. sid afr etül müjdesmm. b« sonraki âyete ba|lı bulunduğunu her tefsir büdınnckdedur.
Te\ be sûresinin otuzdokuzuncu iyetukie (I\ İbmb cAe» ler! Cihâda gidiniz denildiği zemiB, size m nUn^ buş'urahnu £shâb-ı kırâmı kötülemek, azarianuk değıkhr. GÖıek dat randıklan. kendilenne haber \erilmckdedir. Hepsine KVdai mekdedır. Bunlann arasından hazred AHnm «radıyalü anh» a>ırd edileceği bildmlmemışdır. dedim MoUa ba$z $1 alıp;
}— Hıliletınm kabûlünde anlaştnariık olan kirr.se halife olması doğru olur mu? Benî Hi^, Eshâb-« kviı huyuklennden ıdı. Halîfeyi, uzun zeman sonra zor ûe kı etmişlerdi. Böyle halîfe kabûl edilir mı?
— Hazret-ı Fhû Bekrin halifelisini bütün Sahibe. sC» lığı ile kabûl etdı. Inâd ctmıyen herkes bunu N>\V Ha/rct-t Alî ılc \anında bulunan birkaç Sahibinin, sonra ffmrlcri, kabûl etmediklerinden dejrtkiı Kendılen caj|
dığı, seçimde bulunmadıklan içindi. Zâten, birkaç kişinin kalması, çoğunluğun seçmesini değışdiremezdi. Değışdirscvd^ hazret-ı Alînin halîfe olduğu, halîfe seçildiği zeman değışdinrİ ve onun halifeliği doğru olmazdı. Çünki, onun halîfe olmasını ıstemiyenler çok idi, dedim.replika saat sizin icin sundu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder