4 Nisan 2015 Cumartesi

replika saatler ile islam bilgisi

replika saatler ile islam bilgisi bugün replika saatler sizin icin güzel yazılarını hazırladı ve sizlere bu yazıları sunarken elinden gelen gayrweti replika saatler gösterdi replika saatler diyorki
Molla başı, sözü değişdirerek, Ebû Bekr, hazreı-i Fâtımanın hakkını zor ile elinden aldı. (Biz, Peygamberler mîrâs bırakmayız. Bizim bırakdıklanmız, sadaka olur) hadîs-ı şerifini ileri sürerek, onun hakkını vermedi. Hayber muhârebc-sinde, Cebrâîl «aleyhisselâm» İsrâ sûresinin yirmialtıncı âyçti olan (Sana yakın olana, hakkını ver!) emrini getirince. Peygamber efendimiz (Yakın olan kimdir?) buyurdu. Yakın olan, Fâtı-madır denilmişdı. Bunun üzerine, Fâtımaya (Fedek) denilen hurma bağçesinin verildiğini Ümm-i Eymen ve Esmâ^ bınt-ı Umeys ve Alî ibni Ebî Tâlib haber vermışdir. Bu şâhidler varken, kendinin haber verdiği bir hadîs ile, elinden alrnası, zulm değil de yâ nedir? Fiâlleri,işleri böyle olan bir halîfeyi kabul etmek islâmivyete uygun olur mu, dedi.

— Hazret-i Fâtımanın Fedek hurmalığını istemesi, iki scbeble olabilir. Hurmalık bana mîrâs kaldı, der. Yâhud, önceden bana verilmişdi. Benim mülküm idi, der. Sizin bu sözünüzden, mülkü olduğu için istediği anlaşılıyor. Fedek bağçesinin Fâtıma «radıyallahü anhâ» hazretlerine önceden verilmiş olduğunu, onun mülkü olduğunu, Ehl-i sünnet âlimlerinden hiçbiri bildirmemişdir. Hiçbir İslâm kitâbmda da yazılı değildir. Bütün kitâblar, bu hurmalığı, babasından miras kaldığı için istediğini yazmakdadır. (Buhârî-yi şerîO kitâbmda açıkça bildirilen bu vak’a, (elinden zor ile alındı) şeklinde, nasıl değişdirili-yor? Hadîs-i şerifler, böyle değişdırmcğe meydan bırakmıyacak kadar açıkdır. Çünki, Fedek hurmalığı. Peygamber efendimizin elinde idi. Vefât edince halîfesi olan Ebû Bekrin idaresine geçdi. Hazret-i Fâtıma mîrâs olarak isledi. O da, hadîs-i şerife uygun cevâb verdi. Resûlullahın akrabâsını, kendi akrabâsından dahâ üstün tutduğunu yemin ederek bildirdi. Bunlar (Buhâriy-yi şerîO kitâbmın başka yerinde yazılıdır. Bu hadîs-i şerifi, yalnız Ebû Bekr haber verdi demek, pek yanlif-dır. Bu hadîs-i şerifi, Ömer, Osman, Alî, Talha, Zübeyr, Abdürrahman, Abbâs ve Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sel-lcm»> efendimizin mubârek zevceleri de haber vermişdir, Buhâriy-yi şerîfdc yazılıdır. İmâm-ı İsmâîl Buhârî buyuruyoı ki, îshak bana dedi ki, Mâlik bin
ikiniz beni konuşulmağa^ benden sormağa geldiniz. Süâl  bir olduğu gibi işiniz de birdir. Sen hazret-i Abbâs! Kardeş
oğlu Alinm hakkını, hazret-i Alî de, zevcesinin babasından kalan hakkını sormağa geldiniz. Size kendinizin, işiidık dediği, niz (Biz miras bırakmayız...) hadîs-ı şerifini anlatdım. Sonra, Resûl-i ekrem efendimizin haklı halîfesi olan Ebû Bekr-i Sıddî-km yapdığını bildirdim. Halîfe olduğum gün, bu işin idâresini ikinize bırakmışdım ve bu işi önceki gibi idâre etmenizi size şart eylemişdım. Hazret-i Osmânın ve arkadaşlarının yanında, hazret-i Alî ile Abbâsın süâline karşı, bu şart ile verilmiş olduğunu bildirdi. Şimdi siz, buna uymayan bir iş yapmağa izn istemek için gelmiş iseniz, yeri ve gökleri yaratanın büyüklüğüne yemîn ederim ki, Allahü teâlânın ve O’nun ResûJünün nzâlanna uymıyan bir işin yapılmasına izn vermem. İdârcsın-den âciz iseniz, bana geriye veriniz! Sizin ihtiyâciannızı te mm ederim, dedi. Urvc Tebn-i Zübeyrden burası soruldukda. Mâlik bin Evs hazretlerinden böylece işitmiş olduğunu tekrar bildirdi. Sonra, Resûlullah «sallallahü aleyhi vc scilem» efendimizin mubârek zevcesi Âişe «radıyallahü anhâ» hazretlerinden gelen bir haberi de şöyle anlatdr. Birgün, ezvâc-ı tâhirât «radı-yallahü anhünne>» ganîmctden kendilerine düşen hisse mikdâr-Jannı, o zemân halîfe olan babamdan sorup anlamak için, beni babama gönderdiler. (Cenâb-ı Hakdan korkmuyor musunuz? Resûlullah efendimizin, (Biz Peygamberlerin mîrâsı olmaz) hadîs-i şerifi, sizin hisseniz olmadığını gösteriyor. Bu hadîs-i şerifi hatırlar mısm?) buyurdu. Bu red cevâbını alınca, hâtırla-dım ve geri döndüm.
Meydânda olan bu kadar deliller varken, câhilce inâd edenlerin, kötü düşünceli kimseler olduklarını anlatmak için, Buhâri kitabındaki hadîs-i şerifi, olduğu gibi bildirdim. Bu hadîs-i şerifi, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» efendimizden, hazret-i Ebû Bekr «radıyallahü anh» işitmişdit'. Kendisi için, en sa^am bir delildir. Çünki birşeyi öğrenmek, üç yol iJc olur: Birincisi, his etmek, duymak. İkincisi, herkesden işitmek. Üçüncüsü, Resûlullahdan işitmekdir. Hazret-i Fâtıma-ntn, bu hadîsi işitmemesi, bunun yok olmasını göstermez.Hazret-i Alî ile Abbâsın tasdik etmesi ve hazret-i Aişenin ezvâc-ı Peygam beriyi iknâ ederek haklarım istemek, den vazgeçmeleri, bunda hiç şübhe bırakmaz. Hazret-i Fâtımı iki kadın şâhid getirdi demeniz de doğru değildir. Hazret-i Al
ılc nnım-i r'ymcni ^âhid göstcrmişdi. Yalnız Ümm-i Eymcn kaılırulır. Böyle olduğu, ŞH âliınlcrindcn Ibnül-Mutahhir Milsen bin Yûsüf Mullînin (Nehcülhak) kitabında da yazılıdır.
Hu ise. isiamiyycic uygun bir iddıâ olmaz. Çünki, hazrci-i M\ «nulıyallahü anh*» bir ychûdîyc karşı zırh için da’vâ açmışdı.
Ma/ret-i Hasen ile, kendi kölesi Kanberi ş^id göstcrmişdi.
MAkim olan kadı Şüreyh, oğjun babasına şâhidliği caizolmıya-cagı için, bu da’vâyı red etmişdi. İmâm-ı Alî «radıyallahü anh» halîfe olduğu hâlde, islâmiyyetin ve aklın emrine uyarak, râzı olmuşdu.
[tbni Mutahhir-i Hullî, 684 de tevcilüd, [m. 12263 726 da vefât eldi. İmâmiyye fırkası âlirnlerindendir. Yüzlerce kitâb yazmışdır. Kâdi Şüreyh, hazret-i Ömer tarafından Küfe kâdîst yapılmışdı. Burada, altmış seneye yakın hâkimlik yapdı. 87 de, yüz yaşında vefât etdi. Bunu, kâdî Şüreyk ile kanşdırmamalı.
Kâdî Şüreyk, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin arkadaşı idi. Halîfe Mensûr tarafından Küfe kâdîsı yapılmışdı, 95 de tevcilüd, 177 [m. 793] dc Küfede vefât etmişdir].
Bütün bu vesikalar hiçe sayılarak,halîfe Ebû Bekr-i Sıddı-kîn, Fedek hurmalığını zorla aldığı düşünülürse, hazret-i Mı «radıyallahü anh» halîfe olunca, herşey elinde ve emrinde iken, bu hurmalığı, niçin hazret-i Hasen ile Hüseyne icsUm etmedi? Üç halîfenin yapdıklannı değiştirmedi. Hazret-i Alînin, hurmalığı, üç halîfenin yapdığı gibi idârc etmesi, Ebû Bekr tarafm-dan zulm ile alınmadığını açıkça göstermekdedir, dedim Molla başı söz alarak:
— Resûlullah efendimizin gönderdiği Fbû Hürevreşi «radıyallahü anh» döğen ve aldığı emri yapmasma m&ni' olan Ömerin hilâfeti nasıl sahîh oldu? Resû\-i ekrem «sallaUahfî aleyhi ve sellem» Ebû Hüreyreye mubârek na'lmlarvm vervb (Bunlarla git! Kelime-i şehâdete inananların Cennete glreceVlı rlni müjdele!) buyurdu. Ebû llüreyrc, bu emri yapmağa güle ken, Ömer «radıyallahü anhümâ» karşısına çıkdı. Neırdı fflıyorsun? Nereye gidiyorsun, dedi.
«uitallaha ale3fhı ve leUem» müt a nıklhım b.' halli, Oç kene de harâm etdü. Vallahi, evh bulunan’kı müt’a nikâhı ile bir kadını kapatdığım işitirsem, onut^^ recm ederek, ya'ni öldürünceye kadar uşa tutarak, ıslinu^ tın cfnnm ycnrw fclmrim), dcmı^r. Bu söz, müt*a nikâhım hazret-i ömcnn yasak etdığîni göstermiyor. Çünkı, bu sözü’ müt*a nikâhını, ResûluUahın yasak çediğini. Onun yasakladı^ şeyi yapdırmayacağını göstenyor. Abdullah ibnı Abbâs hazm> lennden ba>ka, Eshâb-ı kiramın hepsi, halîfenin bu sözünü destekledi. Ondan başka hiç kimse buna karşı birşey söylemedi. Abdullah ibni Abbâs da, sonra sözünden dönerek, harâm olduğu, Eshâb-ı kirâmın sözbirliği ile anlaşılmış Buhâri kitâbı, hazret-i Alîden gelen haberi bildirirken **
hazrct-ı Alî, Abdullah ibnı Abbâsa, ( Sen yanılıyorsun. Fahr-ı âlem efendimiz, müt’a nikâhını yasak ctdi) dedi. Imâm-ı bu sözü üzerine, Abdüllah da, sözünden dönmüş, müt a nık hinin sonradan harâm buyurulduğunu söylemişdir.
Bundan başka, büyük hadîs âlimi, Sülcymân bin Ahmcd Taberânî [260 da Taberiyyede icvcilüd, 360 [m. 971] handa vefât ctdi] ve Sülcymân bin Dâvûd TayâJisî (202 [m. 817] de vefât ctdi) kitâblannda diyorlar ki, Saîd bin Cübeyr bildiriyor: Abdüllah ibni Abbâsa dedim ki, (Ben, hiçbir zeman, müt’a nikâhına halâl diyemem. Sizde, halâ! dememeli idiniz. Çünki, böyle demenizden ne gibi zararlar doğacağını biliyor musunuz? Sizin böyle, câiz demeniz, her yere kes, bu sözünüzü, müt’a halâl imiş diye, vesika olarak kullanırlar). Abdüllah, bu sözüme karşı (Bu sözümle, müt’a nikâhının, her zeman herkese halâl olacağını bildirmek istemedim. Ancak, zarûret olunca, zaran gidermek için câiz olur, dedim. Allahü teilâ, zarûret olunca, zaran giderecek kadar leş, kan, domuz eti yimeğe izn verdiği kadar, müt’a nikâhının da câiz olacağını düşünerek söyledim) dedi. Bunlardan anlaşılıyor ki, Abdüllah ibni Abbâs da, müt’a nikâhına her zeman, herkese câizdır dememişdir. Her harâm olan şeyler gibi, zarûret olursa zararı götürecek kadar câiz olur demişdir. Hadîs âlimi Ebû Bekr Ahmed bin Hüseyn Beyhekî (384-458 [m. 1067]) Abdiil.
lah ibni Abbâsm bu sö^en döndü^nü açıkça bildirmekded' *
Yine Taberânî ve Beyhekî bildiriyorlar ki, Abdüllah K * Abbâs (Müt*a nikahı önce halâl idi. Fekat, (Aaalana» bârâmdır) âyet-i kerimesi geldikden sonra, harâm edil^
minûn sûresinde, (Ancak zevceleriniz ve sâhib olduğunuz ciriyc-leriniz haldidir) âyet-i kerîmesi, müt’a nikâhının harâm edildiğini ki'vvetle bildiriyor. Çünki, bu âyetden yalnız zevcelerin ve câriyelcrin halâl olup, başkalanmn harâm olduğu anlaşıl-makdadır) demişdir.
Mut'a nikâhının harâm olduğunu, hazret-i Ali de içinde olmak üzere, birçok Sahâbi-yi kirâm bildirmişdir. Buhâriyi şerif kitâbında (Hazret-i Alî «radıyallahU anh» Abdüllah ibni Abbâsa, Resûlullah «sallallahü aleyhi vesellem», Hayber gazâ-sında, mUt’a nikâhını ve eşek eti yimesini yasak etdi, buyurmuş-dur) yazılıdır. Bundan başka, (Müslim-i şerif) kitâbında ve Ibni Mâcenin kitâbında. Peygamber efendimizin (Ey mttslimânlarl Kadınlar ile müt’a nikâhı yapmanıza izn vermişdim. Fekat, şimdi bunu, Allahü teâlâ harâm etdi. Kimin yanında böyle kadın varsa, onu salıversin ve ona vermiş olduğu malı geri almasın!) buyurduğu yazılıdır. Buhâri ve Müslimin (Sahih) adındaki kitâbla-nnda da, (Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» efendimiz müt’a nikâhını üç kerre halâl etdi. Sonra, üç kcrre de harâm eyledi) yazılıdır.
Molla başıya dedim ki, müt’a nikâhı ile alman kadın bir erkeğe vâris olur mu? Bu kadının, bu erkekden olan çocuğu da, bu adama vâris olur mu? Molla başı cevâb vererek;
— Yok vâris olmazlar, dedi.
— Öyle ise, bu kadın zevce değildir. Câriye de değjidir. Allahü teâlânın (Mü’minler, zevcelerinden ve câriyelerinden başka olan kadınlardan sakınırlar) buyuruyor. Buna ne buyuruyorsunuz, dedim. Ya’nî, bu âyet-i kerime, yalnız zevce ile câriyeyi halâl ediyor. Bu ikisinden başka hiçbir kadınla bir araya gelinemiyeceğini açıkça bildiriyor. Kendisine zevce de, câriye de denilemiyen, müt’a nikâhı yapılmış bir kadınla buluş manın halâl oJdu^nu iddi’a etmek, Kur’ân-ı kerîmin şu açıl olan emrine karşı durmak olmaz mı? Bu ise, dalâlet, doğr yoldan ayrılmak için inâd, boş yere bile bile uğraşmak dej midir?
Bundan başka, siz akla ve ilme uymıyan, hiçbir yold kabûl olunamıyan şeyler söylüyorsunuz. Meselâ, âlimlerin den Alî ibnil’âl adında bir adam, kadının bir gecede or adamla buluşmasının câiz olduğunu ve hâsıl olacak çocug piyango çekilerek, bu adamlardan, hangisine çıkarsa oı çocuğu sayılacağını yazmışdır. Dîn-i İslâmî yıkacak, bul
— Imâmm ma'tûm. şavnat olman eörNrlı|ı ıl« lâzımdır. dememt ve bu da. nlâmıyycun emn demek oldu^nu »ddı’a etmeme, btabuıun yanl^, bozuk bir davranışdır.Jlrr. k mâ'a. eozbızlı|ınc zâten kı> met vermıyonunu z. Icmâ I deli olamat. nlâmıyyctın emruu bıklıremez dıyoreunur. I tnambimıu pöre. ıcmâ*, dcID-ı şer! de|ıl ımi| Bunun ıçm, I vukandakj ıcıni'a davaıun da*vâoız. i’ükâdınıza. mczhebını-an caâeuM uvmamakdadır Yok e|er. edzbırii# demeniz. Şr Barm de, bu aom katddıtuu anlauaak ne, tnâouyye fırkasının ortava vsiataseealae dacc olaa butua tanâlkm çurtlk, bozuk iâam tein Hattâ, tazmt ABam halife seçildi# şrVık bulunmadı# ıçuı, ba leçundekı ıozbırtı#nin . tatnk aâatam. haksız halle otama lâzım fzhr. Hattâ, mor dâytatlnek. hazm-« Muâvıycam hak üzere, do#^ u#( aniaphf. Çtakı. hazrei-t Maâmyemıı halifeli#. $n hrkJMH da ıçmde bulunmak aaetc. hazm-t Haeeo ve bütün Mualtmialar tarafmdaa tanaumıdı Evet aaâm kcadmne uyulan kmnr denMkdır Fekai. bunun ına'sâm. layaMZ olaca#nı #tacfcn hiçbir dehl yoktaz Buna dehl |oeicnlaek ntemrse, aya#dakı bay yol de, kolayca rad olunur.
I.: Emiruı vt hâkimin yalnız eozlerme uymak vâabdtı Sdrttne uyulan kimsenin, işlerinde yaymaz olması lizı^ frlmez.
Şn fırkasına göre, müftı, ma’sûm, ya’nî şaşmaz değildir. Hâlbuki, mUftînin sözlerini dinlemek herkese vâcibdir.
Adâlet üzere görülen herkesin şâhid olmasını hâkim kabül eder. Şâhidlerin sözü ile, hâkim karâr verdiği için şâhid-lerin ma'sûm olması lâzım gelmez.
Sâhibinin, harâm olan şeylerden başka olan her emrine, kölesinin itâ’at etmesi lâzımdır. Böyle olduğu için, efendisinin ma'sûm olması lâzım gelmez.
Nemâzın her yerinde, cemâ’atin imâma uyması vâcibdir. imâm bu nemâzını bir dünyâ menfe’atı için veya nikû'u ve secdeleri Allahdan başkası için yapmış ise de, cemâ'
I atin, buna uyması lâzımdır.
Bu beş yerde, uyulan kimsenin ma’sûm olması lâzım değildir. Molla başı söz alıp;
— Tâbi’ olmak, uymak demekle, biz bunları düşünmedik. .Az ve çok kuvvetli olan şeylere söylenebilen tâbi’ olmak ma’ nâsını düşündük. En kuvvetlisi, Resûlullah efendimizin (Gadîr-i Hum) denilen yerde, yanında bulunanlara (Ben size, kendi canınızdan dahâ evlâ değil miyim?) buyurdular. Evet yâ Resdlallah, dediler. (Öyle ise, ben kimin mevlâsı isem, Alî de onun mevlâsı olmalıdır!) buyurdu. Tâbi olmak demek, işte bin le mevlâsı olmakdır. Sizin yukarda saydığınız beş ömekde bildirdiğiniz gibi, tâbi’ olmak, genel ma’nâya alınırsa, yine, sizin dediğiniz gibi olmaz. Çünki, âmirlere ve hâkimlere uymak vâcib ise de yalnız ma’sûm olan imâmın [ya’nî halîfenin] ta’yîn ctdiğine vâcibdir. Böyle olmıyanlara uymak vâcib olmaz. Şî’ılerin, müftîlere uymak lâzımdır demesi, bunlanı şahsına uymak demek değildir. Kendileri, ma’sûm olan imân (aralından ta'yfn edilmiş olduğu içindir. Onun vekili oldukla nndan onların emri, imâmın emri demekdir. Yoksa, müftînii kendi sözlerine uymak lâzım gelmez.
Başkalarına uymak ise, yalnız yapılması câiz olan sözl nne uymak, Allah tarafından emr edildiği için, lâzımdır. H bukı imâma fya’nî halîfeye] uymak yukarda bildirilcnlcrd dahâ umûmîdir. Bunun için, bunlara benzetilemez, dedi.
— Tâbi’ olmak, uymak deyince, şübhcli şeyler anlı -M* Hu kelime, müievâtî sözlerdendir. [Mütevâtî sözün
olanın, uyduğu kimsenin arkasında gitmesi demekdı, „ kimse, bir büyüğe uyarsa, o kimseye (tâbi') ve o büvuv ^ (metbû) denir. Tâbi’in mctbû’una uymasının az ve çok. oi,^ ve uyduğu zemanın da
yor ise de, bu değişenler (uymak) ışının özünü değışdır^ Bunun mütcvâtî olmasını bozmaz. Çünki. usûl âlimlen dç başkaları da söz birliği ile diyor ki. teşkîki hâsıl eden başkalık, ancak, işin özünde olan başkalıkdır. Zeman ve azlık, çokluk başkalığı değildir [teşkik, (Seâdet-i ebediyye) kitabında, uzun anlatılmışdır].
Uymak sözünden, eğer (iktidâ) ma nâsmı anlıyorsanız bu da mütevâtîdir. Çünki, iktidâ, her işde uymakdır. Kendi cn« dine birşeyi az veyâ çok yaparsa, iktidâ etmiş olmaz, er nı kadar, işin bir kısmında uymağa da, iktidâ etmek denirse işin hepsinde iktidâ etmiş sayüamaz. Bunlardan anlaşıh><^^ ^ sizin tâbi’ olmak sözünüzün en kuvvetli kısmlanndan t>»*’*^* (uyulanın, tâbi' olan tarafından, çok sevilmesi) olduğunu so> meniz yanlışt .r, boş yere kürek çekmekdır. Çünki, bu '
hiçbir bakımdan, tâbi’ olmak değildir. Hele, sizin bildirdı^nı ma’nâ, (Birinizin beni sevmesi, kendini ve çocuğunu ve ana ba J sini ve bütün insanlan sevmesinden daha çok olmadıkça, I kimse, tam bir îmân etmiş olmaz) hadîs-i şerifinde büdırıle | Rcsûlullah efendimizi sevmek gibi olan, islâmiyyecin cm ctdiği, ihtiyârî olan muhabbetden değildir. Siz ise. bu badis j şerifdeki sevmeği, halîfe seçmek sandınız ve halîfeleri Resulu ^ lah efendimize benzetdiniz ki, böyle benzetmek, her bakımda bozukdur, dedim. Molla başı susdu. Başka söze geçdı.
8 — Rcsûlullah efendimizin ümmetine çok şefTcatlI olduğu, onlann haklarını, düzenlerini korumağa uğraşdıt herkesin bildiği şeydir. Bunu anlatmağa lüzûm yokdur. İşte ^ şefkatinden dolayı, Medine şehrinden çıkıp başka yere gidi ken yerine, birisini kordu. Böyle iken, vcfâtından sonra, yonlarca ümmetinin işlerini çevirecek, ihtiyâçları! karşılayacak bir imâm ve vckîl ayırmayıp, bunları kıyâm kadar başı boş bırakması nasıl olabilir? Hâlbuki, sahîh kitâblj rınızda yazılı (Gadîr-i Hum) hutbesinden ve başka haberlerd anlaşılıyor ki, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellcm»* hcu açıkça, hem de işâretle, yerine hazret-ı Alîyi vasıyycı buvui mu^ur. Hattâ, imâm ta’yin etmek, Rabhürâlemîn ü vâcib olduğundan, vefat edeceği zeman, bu mühim ışm ması için ve inâdcılann bu vazifeden kaçınmalarını
ivin, bir vasıvvci ya/mak diledi Kağıd. kalem isledi. Yanında bulunanlardan Ömer, ayak takımlarının bile sdylıyemiyece^ bırkav kine ve aşağılayıcı sözü Resûlullaha karşı söyliyerek, bu düşüncesinden vazgeçırmişdır, dedi. (Hum, Mekkenin dışında bir kuyunun ismidir. Gadîr-ı Hum, bu kuyuya yakın, Mekke ile Medine arasında bir yerin ismidir.]
— İmâm ta’yîn etmenin, Rabbul'âlemîn üzerine vâcib olduğunu söylemeniz Mu'tezile fırkasının, (yapılmaması hikmeti bozan şeyleri, Allahü teâlânın yapması vâcibdir) demelerine ben/emekdedır. Bu sözleriniz bozukdur, yanlışdır. Çünki, biz biliyoruz ki, Allahü teâlânın bütün işleri hikmete uygun, hep fâideli ise de, herhangi bir şeyin yapılması hikmete uygun ve fâideli göründüğü için. Allahü teâlânın o şeyi yapması vâcib olamaz. Kur*ân-ı kerîmde (Ona yapdıklanndan dolayı birşey sorulmaz. Onun kullan, yapdıklanndan sorulacakdır) buyur-makdadır. Bu âyet-i kerîme, sözünüzün bozuk olduğunu açıkça gösteriyor. İmâm ta’yîn edilmesi, Allahü teâlâ üzerine vâcib olsaydı, insanların hiçbir zeman imâmsız kalmaması lâzım gelirdi. İmâmın, herkesçe tanınması, kuvvet, iktidâr sâhibi olması, imâmlık şartlarını taşıması, kötü işleri, çirkin âdetleri kaldırabilmesi, iyi işleri yapdırabilmesi, müslimânlan zararlardan koruyabilmesi lâzımdır. Siz, yer yüzü imâmsız kalamaz dediğiniz hâlde, yalnız imâm bunlar olabilir dediğiniz ve bunların imâm yapılması, Allahü teâlânın üzerine vâcibdir sandığınız o ma’sûm imâmların aralanna hazret-i Alîyi de karışdırdığınız hâlde, hiçbirisinin imâmlık şartlarını taşımadığını söylüyorsunuz. Hepsinin sıkıntı içinde, zulm görerek, güçsüz, kuvvetsiz yaşadıklarını, birşey yapamayıp, te’sîrsiz kaldıklarını bildiriyorsunuz. Böyle âciz, başkalarının kuvveti karşısında hareketsiz, onlara itâ’at etmeğe mecbûr bir kimseyi imâm yapmakda nasıl bir fâide ve hangi hikmet düşünülebilir?
Siz bu sözünüzde inâd ve ısrâr etmekle, Allahü teâlâyı, hâşâ, zaîf, âciz yapmış oluyorsunuz. Çünki, kendi üzerine vâcib olan birşeyi yapamamış oluyor. Allahü teâlâ, böyle uygunsuz sözlerden uzakdır.
Bu sözünüz, şöyle de red edilebilir. Hikmete uygun ve fâideli olmak, her zeman lâzım mıdır, değil midir? Hikmete uygun olmak, her zeman dahâ iyi değildir derseniz, bizim sözümüze gelmiş olursunuz. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» vefât edeceği zeman, yukarıda saydığınız hikmetler
yok idi diyebiliriz. Çünki, hikmetin olup olmaması Ki İmce, varlığı, yokluğundan dahâ iyi olamaz. Yok şeyde hikmetin bulunması dahâ iyidir derseniz, bu hi^ ’ Allahü tealinin kendisinde bulunur veyâ bulunmaz sinde bulunmaz ise, Allahü teâlâdan başka birşeyin A^^ teâlâyı mecbûr edece^ anlaşılır. Bu ise, olamaz. Hikmet Allahü teâlânm kendisinde ise, bu mahlûkun Allahü yerleşeceğini gösterir. Bu ise, hiç olamaz.
Görülüyor ki, imâm ta’yîn etmek, Allahü teâlâ üzerine vâcibdir demeniz, büsbütün yanlışdır, boş sözdür. Evet ehl-i hakkın, ya’nî Ehl-i sünnetin dediği gibi, İslâm dînini korumak, suçlulann cczâlannı vermek, herkese hakkını ulaşdırmak vç emr-i ma’rûf ve nehy-i anilmünker yapmak için, insanlanrı^bir imâma, başkana ihtiyâçları olduğu için, ta’yin etmek, ize vâcibdir. Yoksa, Allahü teâlâya vâcib değildir. Bunun ı^, Rcsûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» vefât edince, Es a ı kirâm «alcyhimümdvân>» toplanarak,Ebû Bekr-i Sıddîk yallahü anh>* efendimizi söz birliği üe imâm yapdı. Böylecc İslâm dininin bir sarsıntı geçirmesi önlenmişdir.
Mu’tezilc fırkası, aklın güzel veyâ çirkin demesini esâs tutuyor. Allahü teâlânm yaratdığı şeylerin güzel veyâ çirkin olmasının seçimini akla bırakıyor. Güzel olduğu anlaşılanları, Allahü teâlâ, yaratmağa mecbûrdur, diyor. Allahü teâlânm, insan aklının güzel dediği şeyleri yaratmağa mecbûr olduğunu söylemek kadar çirkin, bozuk söz yokdur. Sizin sözünüz de,| buna benziyor. Yukarıda uzun anlatıldığı gibi, Allahü teâlâ» dilediğini yaratır. Birşeyi yaratmağa mecbûr değildir. Onun dilediği şeylerin hepsi hikmete uygundur, fâidelidir. Hiçbirisi çirkin değildir. Mu’terile fırkasına göre, vâcib demek, yapılmadığı zeman, yapmıyana cezâ lâzım gelen iş demekdir. Buna göre, yapmadığı için kötülenemiyecek olan bir kimseve (yapması vâcibdir) denilemez. Cenâb-ı Hakkın birşeyi yaratması vâcibdir demek, o şeyi yaratmazsa, Allahü teâlâyı kötülemek cezalandırmak lâzım olur demekdir. Bu ise, Cenâb-ı H kk ’ kusûrlu, noksan olduğunu, ancak o işi yaratınca tcmâml^^^^ ^nı, cezâlanmakdan kurtulacağını söylemek olur AU
lâya karşı, bundan büyük bir cesâret. Onun kemâ
di^ti gibi, hiçbir şey de hiçbir bakımdan Ona benzemez. Bundan başka, ma’sûm imâm bulundurmak, AJlahü teâiâ üzerine vâcib olursa, her asrda bir Peygamber göndermesi, her şehrde bir ma’sûm imâm bulundurması, her hâkimi âdil, doğru eylemesi vâcib olmak lâzım olur. İyi kötü herkes, Allahü teâJânın, insanları böyle rehbersiz, imâmsız olarak başı boş bırakmasını, câhil, sapık, karanlıkda yuvarlanmalarını doğru bulmaz.
Allahü teâlânın, ma’sûm imâmı, zemanın sâhibini her zeman gönderdiğini, kullarının işlerini onun eline bırakdığını söylerseniz, bu da çok bozuk, pek gülünç olur. Çünki, bin seneden beri, çocukları, torunlan, yakınlan öldüğü hâlde ve Şî’îler çoğaldığı hâlde, insânları irşâd etmek, gafletden uyandırmak için ve islâmiyyeti yaymak için meydâna çıkmayıp da gizli kalan ma’sûm bir imâm, nasıl fâideli olabilir? Herkese doğru j yolu göstermek, haklan, sâhiblerine ulaşdırmak ve nice işleri Iyapmak vazifeleri olduğu, nasıl söylenebilir? Böyle inanmak kadar, şaşkınlık ve hattâ sapıklık olur mu? Allahü teâiâ, birini jyoldan çıkarırsa, ona kimse doğru yolu gösteremez.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allahü teâiâ hiçbirşeyi yapmağa veyâ yapmamağa mecbur değildir. (Nehcülbelâga) İcitâbında yazılı olduğu gibi, hazret-i Alî «radıyallahü anh>» Sı/Tîn muhârebesinde, hutbe okurken bunu açıkça bildirmiş-dir. Şöyle ki, (Sizin işlerinizi idâre etdiğim için, üzerinizde hakkım vardır. Benim üzerimde ve birbirinizin üzerlerinizde ie haklannız vardır. Bir kimsenin vereceği hak olunca, başka-andan alacağı hak da olur. Alacağı hak olup da, vereceği )lmıyan kimse, ancak Allahü teâlâdır. Çünki O, herşeyi yapa-)iiir. Her işi, adi iledir. Allahü teâlânın kullan üzerinde olan lakkı, kendisine ibâdet, itâ’at etmeleridir. Ihsân ederek, buna arşıiık sevâb verir) buyurdu. Bu hutbeye dikkat ederseniz, nierin böyle söylemelerinin hazret-i Alînin sözlerine uygun (madiğini görürsünüz.
Resûiullah «sailaliahü aleyhi ve sellem» efendimiz, hazret-i dînin halîfe yapılmasını vasıyyet etdi demeniz de yanlışdır. shâb-ı kirâm farzları yapmağa me’mûr oldukları gibi, Resû-llahın emrlerini de yapmağa me’mûr idi. Buna uymadıldan 1 emri sakladıkları söylenmiş olmakdadır. Böyle çok kimse n, bozuk bir işde sözbirliği yapması ise, olacak şey değildi)
•db-i şeriflere de uymadığı için, doğru bir söz olamaz.
Şî’î âlimlerinden ibni Ebî Âsim ve Elkâ’îni Mâlik'den bildirdikleri hadîs-i şerîfde (Allahü teâJâ ^ ümmetimi, dalâlet üzerinde sözbirliği yapmakdan k buyurdu. Hadîs âlimi Hâkim Uyeyne[107de Küfede tcveiî-*'^ 198 [m. 813] de Mekkede vefât etdij bildirdiği hadîs-i şerîfd’ (Allahü teâlâ, bu ümmeti, dalâlet üzerinde toplamaz) buyuruldu^ (Allahın eli, cemâ'at iledir) hadîs-i şerifinde el (kudret, yardun) demekdir. Bunlar gibi, dahâ nice hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, ümmet-i Muhammediyye, hiçbir zeman dalâlet üzerinde söz-birli^ yapamaz. Böyle olmadığını söylemek, bu hadîs-i şerîf. lere inanmamak olur.
Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» efendimizin, vasıyyet yazmak için, kağıt kalem istediğini söylüyorsunuz. Bu sözünüz, dahâ önce bildirdiğiniz (Gadîr-i Hum) vasıy^etının, doğru olmadığını gösteriyor. Böyle bir vasıyyet etmiş olsay ı, bir dahâ vasıyyet yazma^ lüzum görmezdi. Bundan lıyor ki, Rcsûlullahın Gadîr-i Hum denilen yerde okudu^ hutbesinde, söylediğini ileri sürdüğünüz vasıyyetin aslı ve yokdur. Doğrusu şudur ki, hazret-i Alî ve bütün Hâşim oğullan da birlik oldu^ hâlde, Eshâb-ı kirâmın hepsi, hazret-ı Ebu Bekri, sözbirliği ile halife seçmişdir. Bu sözbirliği yukandakı hadis-i şeriflere göre, bunun halifeliğinin doğrulu^nu, sivn sözlerinizin de, yanlış ve bozuk olduğunu açıkçagöstemıckae-dir. Böyle bir vasıyyet olsaydı, hazret-i Ali, kendi hakkını elinden aldıklan için üç halife zemanında, bu hakkının kendisine geri verilmesini ister, vermiyenlerc karşı harekete geçerdi. Nasıl ki, halîfe seçildiği zeman, din ve dünyâ işlerini çevirmek için, islâmiyyetin emri ile, kendisine itâ’at ctmiyenlere karşı kılıcını çekerek, bunlarla boğuşdu. Herkesin bildiği gibi, nice şehrlerinin yıkılmasına, binlerle Müsliman kanının dökülmesine sebeb olan muhârebeleri yapmışdı. Kendisine itâ’at etmi-yenlere karşı böyle şiddet gösteren, böyle güçlü, şerefli bir zâtın, islâmiyyetin kendisine vermiş olduğu hakkın elinden zorla alındığını görüp de susması ve hattâ, üstelik bu hakkın kime verilmesi dahâ iyi olacakdır diye görüşen kurula üye olarak katılması, düşünülebilir mi?
Eğer, hâşâ, Şî’îlerin dedikleri gibi, hazret-i Alî «radıval lahü anh*» bu hakkını aramakdan adamlan az oldufu ' • ' istemiyerek susmuş denilirse, Allahü teâlânın ve Resûlui/u”’ kendisine vermiş olduğu vazifenin icâblannı yerine getin^î!* den korkduğu için, Allahü teâlânın emrini yapmamış^
isyân etmiş demek olur. Hâlbuki, Resûlullahın amcasının oğlu ve dâmadı ve Allahın arslanı olan Hazrct-i Alî «kerremallahü vecheh» hazretleri, değil yalnız Arabistândan, Wki bütün dünyâdan, herkim olursa olsun, böyle utanç verici ve lekeleyici bir corkaklığı kendine bulaşdınnayıp, ölümü göze alacağı herkesin jildigi bir şeydir. Bunun için, siz Şrîler, emîrül-mü’minin lazret-i Alî efendimize böyle kötü, çirkin bir hâli yakışdınyor-:unuz. Böyle söylemek, onu sevdiğiniâ bildirmiş olmuyor, ona lüşmanlık etmiş oluyorsunuz. Her dürlü şübheden ve aybdan emiz olan o yüce imâmı böyle bir kusûrdan uzak görmeği ve »urada bildirmeği, üzerime borç bilirim.
Resûlullah efendimizin vasiyyet yazmak için kağıd kalem stediği zeman, hazret-i Ömer bunu önledi demeniz de, bu Sâtın böyle bir iş yapacağına, kesin bir delîl sened bulunmadığı ;in, doğru değildir. Çünki, Buhârî kitâbının Megâzî kısmında, Vbdüllah ibni Abbâs diyor ki, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve ellem» efendimizin hastalığı perşembe günü artdı.(Bana kağıd etiriniz! Size kitâb yazacağım. Benden sonra, yoldan hiç ayrıl-layasınız) buyurdu. Orada olanlar, konuşmağa başladı. (Pey-amberin yanında yüksek sesle konuşmak lâyık değildir) uyurdu. Acabâ sayıklıyor mu? Kendisinden, bunu sorunuz, enildi. Yine Abdüllah dedi ki, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve rllcm» hasta idi. Yanında birkaç kişi vardık. (Size kitâb yaza-^ğım. Benden sonra, yoldan çıkmayasınız) buyurdu. Birkaçı-ıız dedi ki, ağrısı artdı. Yanımızda Kur’ân-ı kerîm vat İlahın kitâbı bize yetişir. Uyuşamadık. Birkaçımız, getircUrr izsın da, bundan sonra, yolu şaşırmayalım dedi. Kimis aşka şey söyledi. Sözler çoğalınca, (kalkınız!) buyurdu.
İşte yeryüzünde Kur’ân-ı kerîmden sonra en kıymetli güvenilen kitâbımız olan (Buhârî) nin bildirdi^ne gö zü yapmak istemiyen belli bir kişi değildir. Birkaç kişi ’ inki, Buhârîde (söylediler) diyor. Bundan, cevâb yerenlt k kişi olduğu anlaşılıyor. Burada, yalnız hazrct-i Ömeri p, onu kötülemeğe kalkışmak, do^ değildir. Eğer dil u ık yeri olursa, orada bulunanlann, hepsini kötülemek If ir. Bunlann arasında Alî ve Abbâs «radıyallahü anhümi rdır. Bunlar da, kötülenmiş olur. Burada, Şî’îler hazret
Gadîr-i Humda söylenilen hutbeyi, hadîs âli başka bildiriyor. Her ne olursa olsun, bu hutbe^ ■ çıkarmaz. Hattâ, Mâide Sûresinin yetmişinci âyeti oUn binden sana indirilen emrleri bildir! Bunu yapmazsan, berlik vazifesini yapmamış olursun! Allahü te’âlâ,*."^ insanlardan korur) âyeti Gadir-i Humda geldi demeniz d’e ya" lışdır. Çünkı, bu sözünüz, Resûlullahın (hâşâ) Allahü teâlânu emrini yapmadığını düşündürür. Bu hutbede, bu emri bildir mek istemediği, bundan dolayı, Allahü teâlânın, kendisini af etmesini, Cebrâil «aleyhisselâm» dan dilediğine göre, bu emi yapmakdan çekindiği anlaşılır. Resûlullah «sallallahü aleyhi v sellcm» efendimizin bu gibi şeylerden ma’sûm olduğ şübhesizdir.
ikinci olarak deriz ki, Resûlullah efendimizin ve a ır yakın olan bu hutbesine kadar, Allahü teâlânın Onu, ” dan korumadığını ortaya koyar. Hâlbuki, Allahü t^ a _ Habîbini koruduğu, bu hutbesinden çok önce biliniyordu, sözünüz bilinen bir şeye uymadığı için de, yanlış oluyor.
Üçüncü olarak deriz ki, Resûlullahın o güne kadar k^ lerden korkmakda olduğunu ve Eshâb-ı kirâmın da, kâfir ' gibi korkduğu anlaşılır. Hâlbuki, Eshâb-ı kirâm «aleyhimuı ndvân» efendilerimizin kendi canlarını, ana babalarını Resi lullahın uğrunda fedâ etmekden hiçbir zeman çekinmedikler çeşidli haberler ile bilinmekdedir. Bunlann, kâfirler pbi Resû lullahı korkutmak için toplanmalan akla da, din bilgilerine d uyacak birşey değildir. Resûlullah efendimizin, ilk zemanla rında, yalnız olduğu ve kârşı gelenleıin ve Kureyş kâfirlerinin zulmlerinin pekçok olduğu anlarda, hiç korkmadan, çekinme den (Emr olunanları bildir!) âyet-i kerîmesine uymakda, kah ramanca nasıl uğraşdığı bilindiği hâlde, Mekke alındıkdan.heı yerden bölük bölük gelip Müslimân olanlar çoğaldıkdaıi vt Hâşım oğullan ile Abdülmuttalib oğulları gibi pehlivanları! hepsi Müslimân oldukdan sonra ve (İzâcâe) sûresi ile fcthier zaferler müjdelendikden sonra, Gadîr vak’ası zcmanında Muhâcirlerin ve Ensânn topluluğunda ve Hâşim oğullannın çok bulunduğu anda, Allahın emrlerini bildiremiyecek kada korku gösterdiğini söylemek, üstün sıfatlarla süslenmiş olan *
Nebiyy-i muhtereme yakışmıyacak, ne çirkin, ne kadar iğrenç bir iftirâ olur. Hele bunun Eshâb-ı kirâmdan çıkdığım
Huiûn bunlardan ha|ka, leamıbu, midi bırakıp, tarafut insaflı olarak hu hutbeye vc içindeki kelimelere «e baya^ umlelerme lyı dikkat edıhr«c.bu>Ozlerm.fe%ihat vebell^tda •incik olan o fV\fa>"^'^ı^ ınuhârek a|zmdan çıkman |6yk lufkun, arab edebıyyiıtnı biten herhan|i bir kınnacnın bile filemif olması mûmkıa defıldır Bundan da anlaııhyor kt,b« o/Irnn hepai, yabancüaraı uydurma ve tfuriUandır Bu aöikr fasında bulunan (Ben, Liaua aneliaı iaeaı^ AB de anaa met Hm ifl hadh>ı yeıiT Nle c^sa. ymc dedıfmız ftbı. hazret** ABria ndm olaca^nı gcmcrmev ÇOnkı. mevtâ »uzıtnOn birçok ma* İM vardır KimOada >v«i kadan yazılıdtf Böyle kciımcknn, tnp nu'niya kulUnıldi|ı da, bir detil, btr tşiret ile anU|dır. âretsi/, dcfllsız btr ma’nâ vermek do|ro otmaz. Butıuı ma* İlan vevâ bırkavim vermek do|nı olur nut. dmaı mı bdl Mc de. çoktan doğru olmaz demlidir Bız^uyumaardavTt ırak doğru otur diyelim. Mevlâ kciimcstne kvki ve yarda lıcı ma*nüannı vermekde, biz de, sızmk btrtıkdeyız. Fekf ifka ma*nâJan vermeği doğru görmüyoruz. Boyk ! takça kabûl edilen ma'nâlan vermek dahâ iyidir.
mânları aldatmağa çalışıyorlar. Kitâblarda dos olan bir hadîs-i şerifi, böyle dcğışdırcrck, başka bir kimsenin Şî'î olduğunu anlamak 'Vin. hiçbir mağa luzum yokdur. İ>le, bu badıs-j gerilin doğrusunu * Muhammed bin îsâ Tirmüzî (209 da levelJüd, 279 [m.*8^21^ * vefât ctdı) şö>lc bildiriyor: (İnsana, kıyamet günü dört şeyden sorulacakdır. Ömrünü ne ile geçirdiği, ilmini ne yapdığı, malım nereden kazandığı, cismini ne ile eskitdiği sorulacakdır). Tabc-rânî dc, bu hadisi bildiriyor ise dc, son sorusu yerinde gençliği ne ile geçirdiö yazılıdır. İşte, hadîs-i şerifin doğusu böyle bildirilmişdir. içinde, Ehl-i beyti sevmek ve hazret-i Ömerin adı yokdur. Bundan anlaşılıyor ki, İbnissabbâğ ile ibni Müeyyed yalan söylemişlerdir. Bununla berâber, burada, halifeliği anlatan hiçbir şey yokdur. Bu hadîs-i şerife doğru desek bile, o sa olsa Ehl-i beyti sevmeği göstermekdedir. Ehl-i sünnet mez e 1 dc, Ehl-ı beytin hepsini, her birini, bulunduklan mevki göre, az veya aşın olmıyarak sevmeği emretmekdedır. sünnet olmak için, Ehl-i beyti, şânlanna uygun olarak lâzımdır. Siz ise, bunları sevmeği anlatmak için uymıyan öyle şeyler bildiriyorsunuz ki, kalbinde zerre ka imân bulunan kimse, böyle şeyler söyliyemez. Meselâ sevene hiçbir günâh zarar vermez) diyorsunuz. Bunun gı hadîs dc uyduruyorsunuz. Meselâ, Peygamber cfendırm^f (Alînin şifasına kıyâmet günü, ne küçük günâhdan, ne e büyük günâhdan sorulmaz. Onların kötülükleri, iyiliğe çevn-lir) buyurdu diyerek iftirâ ediyorsunuz. Şî’îlerden ibni Babe-veyhin uydurup (İbni Abbâs buyuruyor ki) diyerek, Peygamber efendimizin gûya (Allah Alîyi sevenleri Cehennemde yakmaz) dediğini söylüyorsunuz. Yine bunun (Alîyi seven bir kimse, Yehûdî veyâ Hıristiyan olsa bile Cennete gireceklerdir) sözlerine, hadîs diyerek herkesi aldatıyorsunuz. Boylece, uydurma sözleri, hadîsdir diyerek, Rcsûlullah ^sallal-lahu aleyhi ve scllem>» efendimize iftirâ etmek küstahlığında bulunuyorsunuz.
[Ehû Ca’fer bin Bâbeveyhin kendi adı Muhammed bin Alîdir, Şnierin dört meşhur fıkh ve tefsîr adamından biridir Bir tefsin ve imâmiyyenin çok kıymet verdikleri fıkh kıtâbı vardır. Horasanda tevellüd, 381 [m. 991] dc öldü].
Kötü iftırâlannız islâmiyyete dc, akla da uymuyor, Allahü teâlâ, Nısâ sûresinin yüzyirmiikinci âyetinde. (Kötülük bunun cezâsını bulacakdır) buyuruyor. Zilzâl sûresinin son âyç
tinde. (Zerre ağırlığı kadar kötUlUk yapan, bunun cez&sını göre-cekdir) buyuruyor. Sizin sözünüz, bu âyct-i kerîmelere uymuyor.
Bunlardan başka Ehl-i beyti sevmek, bir ibâdetdir. Bunun kıymetli olması için, bütün ibâdetlerde olduğu gibi, önce îmân sahibi olmak lâzımdır. Allahü teâlâ. Enbiyâ sûresinin doksan-dördüncü âyetinde (Mii'min olan kimsenin yapdığı iyi işler..) buyuruyor. Yehûdî ve Hıristiyan gibi, îmân şerefine kavuşmamış kimselerin, yalnız Ehl-i beyti sevdikleri için Cennete gireceklerini söylemek ve küçük ve büyük günâhların, bunların sevgisi ile, iyilik, sevâb şekline döneceklerine inanmak, islâmiy-yete uygun değildir. Şı’î kitâblannda da yazıyor ki, Alî «kerre-mallahü vechch» efendimiz kendi chl-i beytine her zeman (Soyunuza güvenmeyiniz! İbâdet ve tâ’at yapmağa devâm ediniz! Allahü teâlânın cmrlerini yapmakdan zerre kadar sapmayınız!) buyururdu. Sizin yukarıdaki sözleriniz, hazret-i Alînin bu nasîhatına ve buna benziyen dahâ nice haberlere uymadığı için hiç kıymeti olmaz. Sc’âdet-i ebediyyenin, ya’nî dünyâ ve âhıret se’âdetlerinin ele geçmesi için ve dünyâ işlerinin düzgün gitmesi için, herkesi günâh ve yasaklan işlemekden korkutmak, vazgeçirmek lâzım iken, sizin (günâhlar, sevâb hâline dönecekdir) demeniz, taban tabana zıd oluyor. Bu sözünüz, kötü kimseleri ve hattâ bütün Şî’îleri kötülük, günâh ve çirkin işleri yapmağa sürüklüyor. Bûylece dîni yıkıyor. Biraz aklı olan kimsenin, bu sözlerinize inanmak şöyle dursun, dönüp bakmayacağı meydândadır, dedim.
Bu sözümden sonra, toplantıda bulunanlar, hazırlanmış olan suâllerin sorulup, cevâb verilmesini istediler. Fekat, Şî’ İlerden birkaçı, molla başıya, fârisî dil ile (Bu adamla çarpış-makdan sakın! Çünki, deniz gibi, derin bir âlimdir. Sen ne kadar vesika ileri sürdünse, o da cevâbını vererek susdurdu Sonra olabilir ki, şerefin ve kıymetin bozulur) dediler. Bunuı üzerine, molla başı bana bakarak güldü. Dedi ki.
— Sen, üstün bir âlimsin. Bunlara vc her şeye cevj verebilirsin. Fekat, Buhârâlı Bahrul’ ilm sözlerime cevl veremez.
— Söze bafiarken. Ehl-i sünnet âlimlerinin size cc’ veremiyeceklenni söylemişdıniz. Beni konuşdurmağa mec eden, bu tözün üzdür, dedim.
Ben trmniı olduğum için, arâbî bilgilerde o ir w miyem yokdur. Uygunsuz kelimeler kullanmu öyk demek ıslememışdım, dedi.Senden iki şey sormak istiyorum. Şn âlimlerinin heps bir araya gelse, buna cevâb veremezsiniz, dedim.
Nedir o sorular? dedi.
Birincisi şudur; Şî’ner, Eshâb-ı kirâm için nc
— Eshâbın yalnız beşi hânç, ötekilerin hepsi, hazret-ı Mryi halife seçmedikleri için mürted oldu. Dinden çıkdı. O beş sahibi, Ali, Mıkdâd, Ebû Zer, Seiman ve Ammâr bin Yâserdir, dedi. ..
Eğer, böyle dediğiniz gibi ise, hazret-i Alî kızı Umm-ı Gülsümu, hazret-i Ömerc nasıl nikâh eyledi? dedim.
bile ırzını, nâmûsunu korumak için canını verir. Nerede * ki, bütün arab kabîleleri arasında, soyu, sopu, erkekliği
şanı hepsinden yüksek ve üstün olan Hâşim oğullarından zât ve dolayısı ile bütün bu kabile böyle bir lekeyi, aiçakn^ kabul edebilir mi? En alçak kimselenn bile râzı olmadığı bir işi, Allahın arslanı diye, adı bütün dünyâya yayılan şanlı, şerefli bir kahramana nasıl yakışdırabıliyorsunuz?
— Cin kadınlanndan birinin, Ömere âşık olup da, Ümmi Oülsüm şeklinde görünmesi de olabilir, dedi.
—Bu söz, öncekinden dahâ alçaklıkdır. Böyle şeyi, ak] nasıl uygun görür. Bu yola gidilecek olursa, islâmi^etin bütün emrlerı altüst olur. Meselâ bir adam evine gelince, zevcesi buna, sen benim zevcim debisin. Sen cinnîlerdensin diyerek adamı eve sokmaz. Adam iki şâhid getirse, şâhidlcri de, insan değildir, cindir diyerek kovar. Böylccc, her ev, her yer karmakarışık olur. Bir katil, bir hırsız, ben o adam değilim Sizin dediğiniz kimse, cinnî olabilir, diyerek, islâmiyyetin emrinin yapılmasına karşı gelir. Hattâ, mezhebindeyiz dediğiniz Ca’fe" Sâdık da, cinnî olabilir, dedim. Molla başı
II — Zâlim olan bir halifenin cmrleri >î*î mezhebinde, kabul edilir mi?
—Sahih değildir. Kabûl edilmez, dedi.
—Hazret-ı Alinin oğlu olan Muhammed bin Hanefiyye-nın annesi kimdir? dedim.
—Ca’fer kızı Hanefıyyedır dedi.
—Bu Hanefıyyeyi esir alan kimdir? dedim.
—Ben bilmem, dedi.
Hâlbuki, bildiği hâlde bilmem diye, sözü kesmek istedi. Orada bulunanlardan birkaçı, Ebû Bekrin esir aldığını sov lediler.
— Evlenirken dikkatli davranmak lâzım olduğunu herkes bilir. Hak üzere imâm ve meşrû olarak halîfe değildir dediğiniz. Ebû Bekr gibi bir zâtın esîr eylediği bir câriyeyi nikâh edip, bundan çocuk yapmağı, hazret-i Alı nasıl câiz gördü? dedim.
— Belki, hazret-i Alî, bunun kendisine hediyye edilmesini, yakınlarından istedi. Bunlar da, câriyeyi kendisine nikâh etmi; olabilirler dedi.
— Bu sözü isbat etmek lâzımdır. Molla başı hiç birşe dıvcmedi. Biraz sonra dedim ki:
Uzun çatışma olmasını önlemek için, âyet-i kerîme hadîs-i şerif okumadım. Çünki hadîsin doğru olduğuna ınar maz, her iki tarafın inandığı vesikaların söylenmesi lâzımc denir. Söz uzar gider.
Bu sırada, konuşmaların yürüyüşünü, doğru olarak ş bildirdiler. Bunun üzerine, îran, Buhâra ve Efgan âlimler bırleşerck, küfre .sebeb olan şeylerin hepsini ortadan kale rak, karâr yazılmasını ve şâha vekil olarak bu üç millet âli rıne reis olmaklığımı emr eyledi. Çadırlardan çıV Efganlılar, özbekler, acemler, parmakları ile beni gösleı lardı. îran âlimlerinden yetmiş kişi, imâm-ı Alînin mu' türbesi arkasında toplandı. îrân âlimlerinin başında, başı Alî ekber vardı.
Molla başı Buhârâ âlimi Bahr-ul’ ilm, molla Hâdî \ beni göstererek dedi ki, bu zâtı bilir misin? Hayır bilmi; dedi. Bu zât. Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklerinden Ş zide şeyh Abdüllah efendidir. Bu toplantımızda bulu|
ve îâh urafından wkn olarak, üzcrinuze hâk.m fclroesını^şâh.j\hmed pamadan işlemişlerdi. Eger^^j!^ ^
vanrMİ. bcpımıziiı uzenne şihıd olacak \e bizim hukm vcrccckdır. Şimdi, küfre sebcb olan ^\lcr
ayıralım Bunlan onun >anında ortadan kaldıralıîn^ Hanîfe zâten bize kâfir demiyor. Bununla beraber, bu vo4d« denncc düşünelim. (Şerb-i me%âkıf) kitabı. İmâmıyye mczKc-binde olanlara kâfir (kmiyor. Ebû Hanüe. (Fıkh-ı ^ber) kni. bında. kıbleye karşı nemâz kılanlara kalır demeyiz, buyurdıt (Şerh-i hidâye) kitabında da diyor kı. İmâmıyye fırkası. Möslı. mân fırkaJanndandır. Bununla beraber, sonra gelenlennız bızç kâfir dedi. - h. /U
Bizim sonra gelenlerimiz de. size kalır dedi, i ^
kâfir değiliz, siz de değilsiniz. Şimdi, sonra gelenlennm
kâfir demclenne sebeb olan sözlenmızı bildiriniz sözlerden vazgeçelim, dedi.
Hâdî hoca dedi ki. Şeyhaynı ya'nî Ebû Bekrie Omen söğdüğunıiz için kâfir oluyorsunuz.
Molla başı dedi ki, Şeyhaynı suğmekden vazgeçd*^-Hâdî hoca;
—Eshâb-ı kırâma, sapık, kâfir demekle de kalır oluyo sunuz, dedi. Molla başı;
—Estıâb-ı kırâmm hepsi Müslımândır \r âdildir »radı-yallahü anhüm»* diyoruz dedi.
—Mut’a nikâhına da halâl diyorsunuz.
—O, haramdır. Onu. ancak, alçaklar yapar,
—Hazret-ı Alîyi, hazrct-ı Ebû Bekrden üstün tutarak halîfe olmak. Alînin hakkı idi diyorsunuz
—Peygamberden «sallallahü aleyhi ve sellem» sonra msanlann en üstünü Ebû Bekr-ı sıddîkdır. Bundan sonra, hazret-ı Ömerdır. Bundan sonra hazret-i Osmândır, Bundan sonra hazret-i Alîdir
lelleın» ve Onun Eshâbını sevroekde ve hepsini hâlis olara)^ tammakda hiçbir kusûr ve noksan ve bozukluk vc gev^klık oünadL Şâh IsmiHın ortaya çıkmasına kadar bütün Islâm nıemkketlch, boyk sâf ve temiz idi. Sizler selim aklınızla ve temiz kalbkrmızın trşâdı ık, sonradan çıkarılan, Eshâb-ı kiramı soğmek ve ŞPî olmak yolunu, çok şukr bırakdınız. Dün ısiâm saravımn don temel direği olan dürt halîfenin sevgisi ik kalbknmzi süsIcdımı. Bunun için, ben de, bu söz verdiğimiz beş karânmızı, gökler gibi yüksek, karalann ve denızknn hâkânı, haremeyn-i şerîfeynin hizmetçisi, yeryüzünün ıkına Zülkameyni, büyük İslâm pâdişâhı, kardeşimiz, nım memleketlerinin sultanına büdıımeği söz veriyorum. Bu i|] arzumuza uygun olarak bitirdim. Bu yazdıklarımız, Allahı teaiânın yardımı ik, çabuk mevdâna çıksın! Şimdi bu hayrlı iş kuvvetlendirmek için, allâme-ı ulemâ (molla Alî ekber) moU; başı ve başka yüksek âlimlerimiz bir tezkire yazdılar. Böylece bütün şübhe perdelerini yırtdılar. İyice anlaşıldı ki, bütün bı Şniık ve bid'atlar vc aynlıklar, şâh îsma ılın çıkardığı fitne krden doğmuşdur. Yoksa ondan önceki lemânlannhiçbirind ve islâmu) başlangıanda, bütün müslinfsânlann îmânlar düşünceleri tek bir yolda idi. Bunun için, AUahû teâlânın yaı dimi ile ve Onun kaJblcrimizc sunması ile, bu şerefli vc yükse karan almış bulunuyoruz. îslâmiyyctin başlangıcından, tâ şâ tsmâTlın çıkmasına kadar bütün müslimânlar, Hufcfâ^ râş dîni hak, doğru halîfe bilirdi. Hcrbirinı haklı olarakhalîleold bilirlerdi. Bunlan soğmekden , kötülemekden çekutterd Hatib efendiler vc büyük vâ’izicr, menberlerde vcdcrslcrdc,l halîfelerin iyiliklerini, güzel hâllerini, üstünlüklenni söyn lerdi. Mübarek ismlerini söylerken vc yazarlarken lahü
Muhammed Alî) hazretlerine emr eyledim kı. bu (Fermân-» hUmAyûn) umuzu. bütün IrAn şehrlenne yaysın. Milletim de işitsin ve kabûl eylesin? Buna uymamak, karşı gelmek Allahü tefllAnın azAbına ve şAhenşâhın gazabına sebeb olacakdır. Böyle bıleler.
Bu ferman okunup, anlaşıldıkdan sonra, şâhın huzûruna kabûl olundum. Çok iltıfâta kavuşdum. Nâdir şâh, bu başarıdan çok sevindi ve çok teşekkür etdi. Cum’a nemâzının Küfe cAmi'inde sahih olarak kılınmasını emr buyurdu, t* timâdüddevleye dedim ki, bu nemâz sahih olmaz. Çünkı, Hanefi mezhebine göre, şehr halkından kırk kişinin nemâzda bulunması lâzımdır, l’timâd, yalnız hutbeyi dinlemek için çağrıldığını söyledi. Câmi’e geldim. Beşbin kadar âlim, me’mûr vardı. Menbcr üzerinde şâhın imâmı olan (Ali Meded) vardı. O sırada. Molla başı ile Kerbelâ âlimleri konuşarak, (Ali Meded) menberden indirildi. Yerine, Kerbelâ âlimlerinden biri çıkdı. Hamd ve salevâtdan sonra, dört halîfenin ismini söyleyip, her-birine «radıyallahü anh» dedi ise de, hazret-i Ömere gelince, arabî i^ bildiği hâlde, Ömer ismini münsarif olarak okudu. (Ya’nî ömere yerine ömeri dedi). Böylcce, bu ismigayr-i münsarif kılan (adi) ve (ma’rifeti) hazret-i ömerden ayırmış oldu. Bunda bir hiyle olduğu anlaşılıyordu. Nâdir şâhın emri ile, önce halîfe-i müslimîn olan (Mahmûd hân bin Mustafa hân) hazretlerinin, bundan sonra Nâdir şâhın şevket ve se’âdetlerine düâ edildi. Birinci rek’atda, Cum’a sûresi okundu. Nemâzdan sonra. Nâdir şâhdan izn alınarak ^ Bağdâda döndüm. Olaru, biteni, vâlî Ahmed pâşaya anlatdım. tki fırkanın birbirine verdiği i’timâdnâmenin sûreti ile şâh tarafından acem milletine yayılan (Fermân-ı şâhînin) bir örneğini takdim eyledim. Bunlar ve olan bitenlerin açıklanması, tstanbula gönderilerek halîfeye arz olundu. Bu âciz hakkında, taraf-ı hilâfet-i aliyyeden in’âmlar, ihsânlar o kadar çok oldu ki, üzerime ölünciye kada? farz olan hayr düâlan edâdan âciz bulunduğumu i’tirâf ederin?
[Birinci sultân Mahmûd, 1108 de tevellüd, 1168 [1754J c' vefât etdi. 1143 de halife oldu. Istanbulda Eminönünde Yet Câmi’ yanındaki vâlide Turhan Sultân türbesindedir. Bu tf bede Turhan Sultan ile oğlu dördüncü Mehmed, ikinci M? tafa, üçüncü Ahmed, üçüncü Osman ve beşinci Murad yatmakdadırj.
(Hucec-i kat’iyye) Idtâbının arabî olan aslı îstanbuJ 1400 [m. 1980] senesinde, ofset yolu ile basdınlmışdır.
[Şnier, yirmi fırkadır. İçlerinden birkaç fırkası taşkın ve azgındır. Bunlar, kendilerine Alevî diyerek, yu dumuzdakı müslımân Alevîleri aldatmağa çalışıyorlar. Bu taşkınların cn kötüsü, (Allah, Alînin içindedir. Alîye tap, mak. Ona tapmakdır) diyor. İkinci kısmim bunlan kötülü-yor ve (Alî, Allah olur mu? O, insandır. Fckat insanların en üstünüdür. Allah, Kur’ân-ı kerîmi ona gönderdi. Cebrâil de, iltimâs edip, Muhammede «aleyhisselâm» getirdi. Muhammed «aleyhisselâm», Alînin hakkını yedi) diyor. Üçüncü kısmı, bunlan kötülüyor ve (Hiç böyle olur mu? Bizim Peygamberimiz, Muhammed «aleyhisselâm»> dır. Fekat benden sonra Alî halîfe olsun, dedi. Eshâb-ı kiram, dinlemeyip diğer üçünü halîfe yapdı. Alîyi dördüncüye bırakdı) diyerek, diğer üç halîfeye. Alînin hakkını aldılar diye düşman oluyorlar. Eshâb-ı kiramın çoğuna da, onun hakkını vermediler diye, düşman oluyorlar. Kendi hakkını aramadı diye. Alîye de «radıyallahü anh» çok kızıyorlar. Bu üç kısmın hepsi kâfir oluyor. Diğer fırkalar da, nassları inkâr etmeyip, bunlan tevilde yamldıklan için, bid’at fırkası oluyor. Allahü teâlâ hepsine, hidâyet versin! Doğru yola gelmek nasîb eylesin! Âmin.
Bugün, Iranın birçok köylerinde ve Irakda ve Süri-yede milyonlarca insan, zehrienmiş, yolu şaşırmışlardır. Müslimanlara (Hüsniyye) ismindeki bir kitâbı, okutuyorlar. istanbulda da basılan bu kitâb, Hârunürreşîdin sarayında, Hüsnisrye isminde bir câriyenin, ba’zı kimselerle yapdığı konuşmasını yazmakda imiş. Bunun, Mürtezâ adında, Ychûdî dönmesi bir din düşmanı tarafından yazıldığı, roman şeklinde hazırlandığı anlaşılıyor. Âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şeriflere bozuk ma’nâlar vererek, vak’a ve hâdiseleri yanlış anlatarak, Eshâb-ı kirâma ve Ehl-i sünnet âlimlerine saldırmakda, acıklı hikâyeler uydurarak câhilleri aldatmakdadır.
(Hak Yolun Vesikalan)kitâbının ikinci kısmında, i, bozuk yazılara uzun cevâblar verilerek, yüz karalan açıl çıkarıldı. Simdi (Redd-i Revâfıd) tercemesint
RFDD-İ RF.yÂFIl) TFRCFMFSİ
Allahü tcâlâya gü/el, vcnmli ve Onun sevdiği, beğendiği gibi çok hamd olsun! Bütün insanların en üstünü, beyâzın, siyâhın, herkesin Peygamben, efendimiz Muham-mcd «alcyhissdâm-a, onun yüksek şânına yakışacak düâ-' 1ar ve selâmlar olsun! Muhammed »aleyhısselâm»ın doğru yolda giden ve doğru yolu gösteren dört halîfesine ve O* nun çocuklarına ve hepsi güzelj hepsi temiz olan Ehl-i beytine ve başka sevdiği sahâbîlerinej büyük mevkı'lerine, yüksek derecelerine uygun selâmlar olsun!
Her var olana, lâzım olan herşeyi gönderen, ondan başka sâhib, mâlik bulunmıyan, bir olan, Allah’ın merhametine çok muhtaç, Ehl-i sünnet âlimlerinin hizmetçisi, zevallı bu kul (Abdül-ehad oğlu Ahmed) Fârûkî bugünlerde Şı’î âlimlerinin azgınlarından birininin yazdığı bir risâleyi gördüm. Bunu Şî’îler Meşhed şehrini muhâsara ederken, Mâvcrâ’ünnehr âlimlerine cevâb olarak yazmışdı. Bu âlimler, [o zemânkij azgın Şî’îlerin kâfir olduğunu, bunları öldürmenin, mâllarını almanın caiz olduğunu yazmışlardı. Risâleyi okuyunca, ancak ahmakların inanacağı ön sözlerle, üç halîfeye kâfir dediklerini, Aişe-i Sıddîkayı «radı-yallahü anha» kötülediklerini gördüm. Yakınımızda bulunan Şî’î talebeden zevallı birkaçının bu risaleden okuyarak, öğündüklerini ve hükümet adamlarına, hattâ sultanlara gönderdiklerini işitdim. Bu fakır, konuşmalanmda ve derslerimdefve(Mektûbât)daki birçok mektûblanmda] o bozuk yazılara, akla ve ilme dayanarak, ccvâbvermekde, onların yanıldıklarına, doğru yoldan ayrıldıklarına herkesi inandırmakda isem de, müslimânlık gayretim ve hadîs-i şerifdeki (Fitneler, bid’atlar meydâna çıkıp eshâbıma dil uzatıldığı zeman, doğruyu bilen, bildiğini herkese bildirsin.
Eğer bildirmezse, Allahü teâlânın ve meleklerin ve bütün insanların lâ'neti, onun üzerine olsun! Allahü teâlâ, bu âlimin ne farz ne de nafile ibâdetlerini hiç kabul etmez) emri, bu konuşmalarımı [ve yazılarımı] yeter göstermedi. Ciğerlerimin yanmasına su serpemedim. İçimin sızlamasını durdu-ramadım. Onların kötü maksadları yazılmadıkça, beklediğim fâidenin hâsıl olamıyacağını, âcizâne düşündüm. Her ihtiyâcımın yalvardığı, iyiliği bol, insanı çirkin,
utanç verici şeylerden, ancak kendisi koruyan Allah ^
sığınarak, O'nun yardımına güvenerek, bu risâleyi başladım. Allahü teâlâ sâhibımizdir. Herkesin yardım"*^ ancak Odur. Başarı, Onun yardımı ile sağlanır. Doğru yo^ Ondan islemekle vanlır.
[Muhammed bin Ya'kûb Fırûz-âbâdînm [ 729-816 [m 1413 Yemende] (Kamus) adındaki lügat kitabını, Ahmed Âsim efendi [1235 m. 1820 de Üsküdar Nuh Kuyusunda] türkçeye çcvırmışdir. Çok kıymetli lügatdır. Burada, (Şî’a ve Şî'î, bir insanı kuvvetlendiren yardım’cılarına denir. Râfıda ve Râfıdî dt, terk eden, ayrılıp bırakan demekdir. Râfızîler Zeyd bin Zeynerâbidîn Alî, imâmdır, dediler. Bunlar Zeyde, Fbû Bekr ile Ömerc düşman ol, dedi. O da Büyük dedem olan Resûlulla-hın sevdiği iyi kimselere düşmanlık edemem, dedi. Bunun üze-nne Zeydin yanından ayrıldılar. Bunun için, bunlara Râfızî denildi) diyor. Râfızîler Alîyi «radıyallahü anh» seviyoruz. Onu sevmek için, Eshâb-ı kirâmın hepsine veyâ birkaçına düşman olmak lâzımdır, diyorlar. Bugün İranda bulunan, ılrn adamı, aydın Şnler, çok şükr böyle değildir. Ehl-i sünnete pe yakındırlar. Alevî kelimesi, üç yerde kullanılmışdır:
I— Hazret-i Alînin «radıyallahü anh» her asrda bulunan torunlarına denirdi. Eski zemândaki kitâblarda, hazret-ı Hasen v ey â Hüseynin çocuklarına Alevî denilmekdedir. Sonraları, hazret-i Hasenin çocuklarına şerîf, hazret-i Hüseynin «radıyallahü anhumâ» çocuklarından olanlara, seyyid denildi.
^— Hazret-i Alîyi «radıyallahü anh» sevenlere, onun yolunu doğru ve iyi öğrenip, bu yol, Muhammed aleyhisselâ-mın yolu olduğu için, bu yolda gidenlere (Alevî) demek lâzım-dır. Bu doğru yolda gidenler, Eshâb-ı kiramın hepsini sever. Bu yol, £hl-j sünnetin gitdiği yoldur. Demek kı, asi, haklı olarak Alevi Ehl-ı sünneidir.
Bugün Şnierin en taşkın, azgın olan fırkaları, yurdumuzdaki, temiz, müslimân Alevîleri aldatmak için kendilerine (Alevi) diyorlar. Bu güzel ismi maske olarak kullanıyorlar.]
Şnier diyor ki, Peygamber «sallallahü aleyhi ve sellem» âhırete teşrif etdikden sonra, Müslimânların reisi, imâm-ı Alîdir *<radıyallahü anh». Her asrda da, başkanlık, onun çocukla-
nn/n hakkıdır. Başka kimse hiçbir zemân,Müslimânlara imâm
[başkan] olamaz* Başkaları ancak zulm ile, bunların hakkına
sjüdiJTnakla, bunlar da, kuvvetsiz olup, bırşcy diyemedıkkn için, ba^ geçer. ŞrUcr çeşıd çeşıd kollara, partilere ayrümış ne de, bacıca Si yirmi fırkadır. Ba'zılan birbtnnc kâfir demekde, köcûlcmekdc^. Boyiece, AUahü teâlâ, cezâlannı vermekde, Mü'minlere if btrakmamakdadır. Biz, maksada banlamadan önce, menhûr olan birkaç fırkalarmı bildirelim ve inanışlarmı, maksadlannı açıklıyalım. Böylece, mezheblehnin iç yüzünü herkes iyi anlasın ve doğru ile yanlış, hak ile bâtıl ayırd edilsin:
Şniiğı ilk ortaya çıkaran Abdiillah bin Sebe’dir.
[Müncid lügat kitabında ve (Kâmûsül aMârn) da Yehîkii olduğu bildirilen bu dönme. Mısırda ayaklanmağa sebcb olup, buradan vürüyen çapulcular, Osmân «radıyallahü anh>»ı şchîd eldi ].
Ali «radıyallahü anh», bunu Medayn şehrine sürdü. (İbnı Mükem hazret-i Alîyi öldürmedi. Şeytan Alînin şekline gir-mişdi. Şe\tânı öldürdü. Alî, bulutlar içindedir. Gök gürlemesi, onun sesidir. Şimşek, kamçısıdır) derdi. Abdullah bin Sebc’ Vchûdîsinin izindeki Şî’îler, gök gürültüsü işitince (Ey emirelmü'minînî Sana selâm olsun) derler.
Kâmiliyve fırkası, Eshâb-ı kirâmı kötülüyor. Alîyi «radı yaJlahü anh»» imâm yapmadıklan için, Eshâb-ı kirama kâfi diyorlar. Alî de «radıyallahü anh»>, kendi hakkını aramadıf için, buna da, kâfir diyorlar. Tenâsüha inanıyorlar. [Tenâsü için bilgi almak isteyen, (Tam ilmihâl - Se’âdet-i ebediyy( kitabına mürâce'at buyursun].
Benâniyye fırkası, Benân bin Cem’an yolunda gidenlerd İlahımız insan şeklindedir. Zemânla helâk oldu. Yalnız yü kaldı. Ruhu da. Alîdedir, derler. Ondan sonra, oğlu Muha med bin Hanefıy>ede, sonra oğlu Ebû Hâşimdedir. Bunc sonra Benândadır, derler.
Cenâhiyve fırkası. Reisleri, Abdiillah bin Muâviyc Ruhun tenasüh vplu ile, cesed değişdirdiğine inanırlar. Ta nın ruhu, önce Adem «aleyhisselâm^a sonra Şît «aleyh lâm^^a girdi, derler. Böylece bütün Peygamberlerde dol Siinra .Alîye ve oğullanna prdi. Şimdi Abdüllahdadır, ck Öldukden sonra irilmeğe inanmazlar. Şerâb içmek, leş yi zınJ yapmak gibi birçok harâmlara, halâl derler. ]
Mmsttrivye fırkası. Ebû Mensur Adîm
krdjf. Imim-ı Muhammed Bakır «radıyaliahü
den Hiı. İmim bunu tard edince, kendinin ımâm**oiH * yaydı (Ebû Mensur goke çıkdı. Allahü icâla, eli ıie bu^'^^ babını sı^dı ve ey oğlum, git, kullanma emrlenmı bildir de'd!? derler Kur’ân-ı kerimde. Tur sûresi, kırkdördüncü âyetindeki (ktsfen) kelimesi, işte gokden inen Ebû Mensuru bildiriyor, derler. Peygamberlik bitmedi. Dahâ Peygamber gelecek derler. Cennet, sevmemiz lâzım gelen imâm demekdir. Cehennem de, düşmanlık etmemiz icâb eden kimselerdir. Meselâ Ebû Bekr, Ömer demekdir. derler. Farzlar da, sevmemiz emr olunan kimseler demekdir. Haramlar da düşman olmamız emr edilen kimselerdir, derler.
Hattâbivye fırkası, Hattâb-ı Esedînin yolunda gidenlerdir. Bu, ımâm-i CaTer Sâdıkın «rahmetuliahi aleyh» talebesi ıdı. İmâm, bunun, kendine karşı taşkınlık etdiğinı gücendi ve yanından koğdu. Fekat, o, imâmın ve a m an sonra kendisinin imâm olduğunu söyledi. Bunun yolunda^ a lar. (Imâmlar Peygamberdir. Hattâ. Allahın oğullandır, a r Sâdık. ılâhdır. Fekat, Ebülhattâb. ondan ve Alîden daha üstündür) derler. Düşmanlara karşı, dostları korumak için, ya şâhidliği halâldır, derler. Cennet, dünyâda, iyi, râhat yaşama dır. Cehennem de. dünyâ elemleri sıkıntıları demekdir der er. Dünyâ böyle gelmiş, böyle gider. Kıyâmet kopmaz. Cenneti, Cehennemi görüp, söyliyen gidip gelen var mı, derler. Bunun için harâmları işleyip farzları yapmazlar.
Gurâbiyye fırkası, Muhammed «aleyhisselâm» Alîye çok benziyordu. Karganın kargaya, sineğin sineğe benzemesinden daha çok benziyordu. Allahü teâlâ KuFân-ı kerîmi Alîye götürmek için emr vermişdi. Çok benzediklerinden, Cebrâil, yanılarak. Muhammed «aleyhisselâm»a götürdü, diyorlar. Bunun için. Cebrâil «aleyhisselâm»a la'net ediyorlar.
Zemmiyye fırkası, Muhammed «aleyhisselâm»ı kötülü-yor. AJî, ılâhdır. Muhammed «aleyhisselâm»ı Peygamber yap-mışdı. Muhammed «aleyhisselâm» insanları Alîye bağlıyacak yerde, kendisine bağladı, diyorlar. Bunlardan bir kısmı ise Muhammed «aleyhisselâm» ilâhdır, diyor. Ya’nî bir kısmı Muhammed «aleyhisselâm»ı dahâ üstün tutuyor. Bir kısmı Alîyi «radıyallahü anh» üstün tutuyor. Ba’zısı, ehl-i abâ[paltı
altında bulunan] Muhammed, Alî, Fâtıına, Hascn, Hüseyn bir bütündür. Aynı bir ruh, beşine birlikde hulûl ctmişdir. Birbirlerinden üstünlükleri yokdur. Fâtıma da, erkekdir, derler.
Yûnusiyye Fırkası, Yûnus bin Abdürrahmanın yolunda olanlardır. Allah, Arş üstünde oturuyor. Melekler, Onu, Arş üstüne çıkardı ise de O, meleklerden dahâ kuvvetlidir. Turna kuşu iki ayağı yardımı ile gidiyor ise de, kendisi, ayaklarından dahâ büyük ve dahâ kuvvetli olması gibidir, derler.
Müfevvida fırkası, Allahü teâlâ dünyâyı yaratıp, bütün işleri Muhammed «<aleyhisselâm» a bırakdı [lefvîd etdi], diyorlar. Ba’zıları da, bütün dünyâ işlerini. Alîye bırakdı. Alî dilediğini yaratıyor, diyor.
Şî'îlerin İsmâiliyye fırkası, Kur’ânın zâhiri [görünmesi] olduğu gibi, bâtını [görünmiyen içi] de vardır. Bâtın yanında zâhir, cevizin içi, özü yanında kabuğu gibidir. Zahirde olan emrlere, yasaklara uyan kimse,meşakkatlara, sıkıntılara katlanarak ne kazanırsa, bâtına uyan kimse, bunları zahmetsizce kazanır. İbâdet yaparak sıkıntı çekmesine lüzûm kalmaz, derler. Sözlerine inandırmak için, Cennetdekiler ile Cehennemde-kiler arasındaki divan bildiren, Hadîd sûresinin on üçüncü âyetini okurlar. Harâm yokdur. Herşey halâldır derler. Din sâhibi Peygamberler yedi olup, Âdem, Nûh, İbrâhîm, îsâ, Mûsâ, Muhammed «aleyhimüsselâm» ve gelecek olan Muhammed Mehdidir, derler. Maksadlan, islâmiyyeti yıkmakdır. Dir konusunda hileli süâller sorarak, Müslimânları şübheye düşür mek isterler. Meselâ, hayzh kadına, orucu kazâ etmesi em olunuyor da, nemâzmı kazâ etmesi neden emredilmiyor. Meı çıkınca gusl etmek farz oluyor da, dahâ pis olan bevl çıkmc niçin farz olmuyor. Ba’zı nemâzlar dört rek’at farz oluyor d ba’zisı neden üç veyâ iki rek’at farz oluyor, gibi sorula' gençlerin îmânını sarsmağa uğraşıyorlar. [Halbuki, Ehl-i si net âlimleri, böyle soruların cevâblarını, sebeblerini kitâl rında açık ve geniş bildirmekdedir]. Allahü teâlânın emrleı uydurma ma’nâlar veriyorlar. Meselâ abdest almak den imâmı sevmekdir. Nemâz kılmak, peygamber demek Çünki, Kur’ân-ı kerîmde, Ankebût sûresi, kırkbeşinci âyet (Nemâz, inşânı kötü, çirkin şeylerden alıkor) diyor ki, Peyj beri göstermekdedir, diyorlar. Cünüb olmak, gizlemek 1 olan şeyleri, yabancılara duyurmak demekdir. Gusl, yet mJ<-m Hin Hilaici il^ niH*Qİ tpnnielemekHil
be. Peygamber demek, Kâ’bc kapısı Ali, Safâ tepesi m med -aleyhısselim-, Mervc tepesi Alî, yedi tav^ye^^*’*'^ •evmekdır. Cennet ibâdet zahmetlerinden kurtulmak CVk nem de, harâmlardan kaçınmanın işkence ve ateşidir vc dîne sığmıyan saçmalar söylerler. Bunlar gibi, Allah vardır, ne yokdur. Ne âlimdir, ne câhildir. Ne kâdırdir, n« âcizdir derler.
Nizâmülmülk ile ^ir Ömer Hayyâmın talebelik arkadaşı olan Hasen bin Muhammed Sabbâh 473[m. 1081] yılında Rey şehrinde Ismâîliyyc devletini kurunca, kendine zemânın imâmı deyip, Ehl-i sünneti, zorla kendi mezhebine sokdu. 518 yılında öldü. Kendisi vc devletinin sonu olan 654 yılına kadar gelen adamları, mczhcblcrini, dcvrimlerini kabul etdirmek için, pek çok zulm, işkence yapdılar. Doğru yolu söyliyen hamiyyetli Ehl-i sünnet âlimlerini zindanlarda çürütdüler, şehîd etiler. Bunlara göre, her zemânda imâm bulunmak lâzırndır. Cahillere kitâb okumağı, kültürlü olanlara da, eski kitâbları okumağı yasak ederler. Böylece bozuk yolda^olduklarını^ kötülüklerini örtmek isterler. Felsefeyi severler. Din bilgilen ile alay ederler. [Bunlann bir ismi (Karâmita) dır. Çünki, Bagdad civarında, Vâsıt köyünden çıkan Hamdân Kurmut isminde biri, 278 [m. 891] yılında Karâmita devletini kurdu ve Ehl-ı sünnete çok işkence yaparak Müslimânlan Îsmâilî mezhebine sokmağa zorladı. Necdde yerleşdiler. 317 [m.929] yılında reisleri olan Ebû Tâhir, Mekkeyi basıp binlerce hâcıyı kesdi. Hazîneyi ve evleri yağma etdi. Hacer-i esvedi yerinden söküp, baş şchrleri olan Basra civârındaki Hecr şehrine götürdüler. Bu mubârek taş, yirmi iki sene Karâmitîlerin elinde kaldı. Hükümetleri 328 yılında bozularak, Müslimânlar büyük bir belâdan kurtuldu].
Zeydiyye fırkası, Zeyd bin Alî Zeynerâbidîne bağlıdırlar. [Zeynel âbidîn Alî bin Hüseyn, oniki imâmın dördüncüsüdür. Onbeş yaşında iken Kerbelâ fâci’asından kurtuldu. (46 - 94[m. 713J) Medînede, amcası imâm-ı Hasenin yanındadır «radıyal-lahü anhüm»]. Zeydiyye fırkası üç kısmdır: Cârûdiyye denilen kısmı, halifelik Alînin hakkı idi, Eshâb, onun hakkını vermedikleri için, kâfir oldular diyorlar. İkinci kısmı, Süleymâniyyc. dir. Bunlar, Ebû Bekr ile Ömerin «radıyallahü anhümâ>» hal halîfe olduğuna inanıyor. Eshâb yanılarak, AH dururken bun. lan halîfe yapdı diyorlar. Fekat, bu yanılmaları, fısk, gün4
dcjtildir. diyorlar. Osmân. Talha ve Zübeyr ve Aişc «radıyai-lahU anhUm» kâfir oldu diyorlar. Üçüncüsü Tebîrriyye kısmıdır. Bunlar da. Süleymftniyye gibidir. Yalnız, Osmân • radıyallahü anh» için kötü söylemiyorlar. Zemâmmızdaki Zeydîlerin çoğu, bu üç kısmdan ayn olup. Mu'lezile mezhebi gibi inanıyor ve Hanefî mezhebi gibi ibâdet ediyorlar.
Imâmiyye fırkası. Alînin «radıyallahü anh» halîfe olması, açıkça emr olunmuşdu. Eshâb, bu emri yerine getirmediği için kâfir oldu, diyor. Halifelik imâm-ı Ca'fer Sâdıka kadar,babadan oğula geçdıği muhakkakdır. Ondan sonra kimde olduğu belli olmadı diyorlar. Çoğuna göre, Ca’fer Sâdıkdan sonra, yedinci imâm, oğlu Mûsâ Kâzım [129- I86[m. 799]Bağdâdda, Kâzimiyye mahallesinde medfûndur], bundan sonra, bunun oğlu .Alî Rızâ [148 - 203 îrânın doğusunda Meşhed ya'nîTus şehrinde], bundan sonra, oğlu Muhammed Takı [194 - 220 Kâzımiyyede], bundan sonra, Ebülhasen Alî bin Muhammed Hâdî Nakî [213- 254 Sermen Rey şehrinde Asker mahalle-sindej. bundan sonra, onbirinci imâm Hasen bin Alî askeri [232- 261 [m. 875] Bağdâdda, babası yanındadır] bundar sonra, oniki imâmın sonuncusu, Muhammed bin Hasen Meh dîdir [255 de dünyaya gelip, on veya onyedi yaşında iker evinde bir mağaraya girip bir dahâ çıkmamışdır]. Şî’îler, kıyı mele yakın geleceği bildirilen Mehdinin bu olduğuna inanırla
Şî’îlerin, bunlardan başka olan fırkaları da, aşağı yuka bunlara benzemekdedir. Her biri doğru yoldan ayrılmış olı zemânla değişmekde, ba’zıları doğru yola yaklaşmakda, kısmı da büsbütün azmakdadır.
[Bugün. Iranda, bu bozuk fırkaların hemen hepsi, c halk arasında, vardır. Fekat, münevverler ve devlet ileri gc leri doğru kitâbları okuyarak, günden güne Ehl-i sünnetin sözüne yaklaşmakda olduğu, her tarafda, şükranla görülı dedir. Meselâ, 1333 hicri güneş yılında [1954 milâdî j Tahranda ba.sılan, doktor Muhammed Mukremî, lügat bında(Hulelâ-i Râşidîn.Ebû BekrveÖmerve Osman «ra lahu anhüm« ve hazret-i Alî «kerremallahü vcc demekdedırj.
hemen anlar Akla, dine uymıyan hayâli inanışlar hiçbir esâsa dayanmadığı meydandadır. Bu ınanışda ola u sclcrın. Peygamber ••sallallahü aleyhi ve scllem- efendi chl-ı beytini ve onıkı imâmı seviyoruz demelerinin, ne büv^*? cahillik olduğu ve onlann izinde bulunduklarını iddiâ etmeleri nın, ne kadar gülünç olduğu âşikârdır. Hayır, bunların sözü doğru olamaz. Çünki, o büyükler, aşırı taşkınca sevgi isiemU yor ve lâf ile uyulmağı beğenmiyorlar. Bu sapıkların seviyoruz demeleri, Nasârânın [Hıristiyânlann] îsâ «aleyhisselâm»»ı seviyoruz demesine benzer. Taşkınca severek, ona, ilâh diye tapınıyorlar. Hâlbuki, îsâ «aleyhisselâm^ böyle sevgi istemiyor. Nitekim, Alî «radıyallahü anh» buyurdu ki, Resûlullah «sallal-l!ahü aleyhi ve sellem» bana şöyle buyurdu: (Yâ Alî! Senin hâlin îsâ «aleyhi$selâm>» a benzer. Yehûdîler, ona düşman oldu. Anasına çirkin iftirâ eldiler. Nasâra da, aşırı sevdi. Onu, bulunamıya-cağı dereceye çıkardılar).
Şimdi, insanların büyük sâhibi, hâkimi olan Allahü teâlâ-nın yardımına sığınarak, ŞHlerin o çürük i’tirâzlannı cevâblan-dıralım. Allahü teâlâ herşeye kâdirdir ve yardım istiyenlerı boş çevirmez.
1— Mâverâ’ünnehr âlimleri [Allahü teâlâ, onların çalışmasına bol bol mükâfat versin. Aral gölüne dökülen Seyhûn ve Ceyhun nehrleri arasındaki geniş yerlere Mâverâ’ünnehr denir] diyor ki:
(Peygamberimiz «sallallahü aleyhi ve sellem» üç halîfeye çok kıymet verir, çok severdi. Herbirini medh eden sahih hadîsler çokdur. Onun her sözü vahy ile [Cebrâîl aleyhisselâmın bildirmesi ile ] idi. Nitekim, Vennecmi sûresi, üçüncü âyetinde, (O, boş şey söylemez. Yalnız, vahy edileni söyler) buyuruldu. Şî’îler, bu üç halîfeyi kötüledikleri için, vahye karşı gelmiş oluyor. Vahye uymamak ise küfrdür).
ŞîTler bu yazıya cevâb olarak diyor ki: Bildirdiğiniz bu sebebler, üç halîfenin sevilmesinin değil, söğülmelerinin lâzım olduğunu bildirmekdedir. Haksız yere halîfe olduklarını gös-termekdedir. Çünki, (Şerh-i MevâkıO kitabında, Ehl-isünnelir büyük âlimlerinden olan Alî bin Muhammed Âmidî [551 dc Diyân Bekrde Âmid kasabasında doğmuş, 63l[m. 1234] d< Bağdâdda vefât etmişdir] diyor ki. Peygamberimizin «sallal lahü aleyhi ve sellem», velâtı yaklaşınca, Müslimânlar arasınd
aynlıklar t>M gösterdi. Bunlardan birincisi Resûl «aleyhisse-lâm-, (Bana kâfiıd getiriniz? Benden sonra yoMan çıkmamana için, size birşeyier yazacatım) dedi. Ömer «radıyallahU anh», bu emri bezenmedi. Bu zAtı. a^lar, sancılar sardı. Bize AUahU teâlânın KıtAbı yetişir, dedi. Eshftb uyuşamadı. Sesler yükseldi. Peygamber «sallallahU aleyhi ve scllcm», bu halden incinerek, (Gidiniz, yanımda gilriihii etmek yakışmaz) buyurdu.
İkinci ayrılık şöyle oldu: Kâğıdı isteme ayrılığından sonra, Resûlullah «sallallahU aleyhi ve sellem», Üsâmenin emri altında bir ordunun, cihâda gitmesini emr etdi. Ba’zılan gitmek istemedi. Bu hâli bildirdiklerinde, tekrâr sıkı emr ederek (Ûsâme ordusu, hâzırlansın! Bu orduya katılmayanlara, Allah li’net etsin!) buyurdu. O kimseler, yine ayrıldı. Bu emre uymadı. Yukarda bildirdiğiniz âyet-i kerimeye göre, vasıyyet yazmak için kâğıd istemesi, vahy ile idi. Ömer «radıyallahü anh» bunu men’ etmekle, vahyi red etmiş oldu. Vahyi red ise, dediğiniz gibi, küfrdür. Bundan başka, Mâide sûresi, 47,48 ve 50. ci âyetlerinde (Allahii teâlânın indirdiği ahkâma, emrlere uygun hükm vermiyenler kâfirdir) buyuruluyor. Kâfir ise. Peygamber vekili, halîfe olamaz. Bunun gibi, Üsâme ordusuna katılmayan da, kâfir olur. Üç halife de katılmadı. Siz, Rcsûlul-lahın her işi vahy iledir, demişdiniz. Burada da, öyle olmuşdur. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem» Mervâm Medîneden çıkarmışdı. Bu da elbette vahy ile idi. [Mervân bin Hakem bin Ebil’âs bin Ümeyye hicretin ikinci yılı doğdu. Osmânın «radı-yallahü anh» amcası oğlu idi. Halife iken 6S de vefat etdi]. Halîfe Osmânın «radıyallahü anh» onu tekrâr Medıncye alması ve hilâfet işlerinde yazıcı olarak kullanması, ona kıymet vermesi de, küfr olur. Hem de iki sebeble küfrdür. Birincisi, sizin bildirdiğiniz sebebledir.tkinci sebeb. Mücâdele sûresi, yir-miikinci âyetidir. Bu âyet-i kerîmede (AUahU teâlâya ve kıyamet gününe îmân edenler, babalan, kardeşleri ve akrabası olsa bile, Allahü teâlânın ve Resûlünün düşmanını sevmez) buyurulmakdadır.
Allahü teâlânın yardımı ile, cevâbında deriz ki, Resûlulla-hın «saJlaiiahü aleyhi ve sellem» her sözü ve her işi vahy ile değil idi. Şnierin bu âyet-i kerîmeyi şâhid göstermeleri yanlış-dır. Çünki, o âyet, Kur’ân-ı kerîmin vahy olduğunu habcı vermekdedir. Müfessirlerin baştacı olan Beydâvî [Abdullal bin Ömer, 691 [m. 1291] de Tebrizde vefât etdi] bu âyetin
inanıyor görünenlerden başka, Eshâb-ı kiramın hepsi, Rcsûiuî*
lahın «sallallahü aleyhi ve sellem»* vefat etdiği gün, hırlıJ h&lınde ıdı. Sonra ıctıhâdlannda ayrılık oldu. Bu ayrihklan îmân üzennde değildi. Hıçbınnin küfrüne sebeb olmadı. Bu ayrılıkları, hep dîni kuvvetlendirmek, islâmiyyetin doğru yolunu korumak içindi. Meselâ, Resûlullah «sallallahü aleyhi ve selicm»* kâğıd istediği zeman, bunun için ayrılık oldu. Bun* dan sonra, Üsâmc ordusunun hazırlanmasında, ictihâdlar ayrılarak, bir kısmı, Resûlullahın «sallallahü aleyhi ve sellemn emrine uymak lâzımdır, dedi. Bir kısmı ise, hastalığın artdığını görerek, şimdilik yormıyalım, sonunu bekliyelim, dedi). Bir kimse, olmıyacak şey söylerse, meselâ (Resûllahın her içtihadı vahy ile idi. Bunun için, her sözü ve bütün işleri vahy ile olur) derse, deriz kı, ıctihâd ile olmıyan sözleri ve işleri vahy ile ıdı. Üç halîfeyi medh eden'hadîs-i şerifler, böyle idi. Bunlar, gay^ dan, bilinmiyen şeylerden haber vermekdir. Bu ise ancak vahy ile bildirilir, tetihâd ile söylenecek şey değildir. En âm sikesi, cllidokuzuncu âyet-i kerimesi (Gayblan [ya’nî akl ile,
islâmiyyet ile anlaşılmıyan şeyleri], ancak Allahü teâlâ Dilır. Ondan başka, kimse bilemez) buyuruyor. Cin sûresi, yü’mial-t inci âyetinde (Gizlilikleri bilen yalnız Odur. Bildiği gizli şeylerden dilediği kadarını yalnız Peygamberlerinden, beğendiğine* [ya’nî Muhammed «aleyhisselâm’a]açıklar) buyurmakdadır. (O, kendiliğinden söylemez) âyet-i kerîmesi, Kur’ân-ı kerîmi ve gizli vahy edilenleri göstermekdedir. Böyle sözlerine ve işlerine inanmamak, elbet küfr olur. Üç halîfeyi öven hadîs-i şerîflerin de, Allahü teâlâ tarafından vahy edildiğini gösteren hadîsler çokdur. Bu hadîs-i şerifleri haber verenler, o kadar çokdur ki, meşhur olmuşlar, hattâ mütevâtir hadîs hâline gelmişlerdir. Bunlardan birkaçını bildirelim:
Ebû Bekre buyurdu ki: (Sen, benim mağarada arkada-şımsın. Kevser havuzu yanında arkadaşımsın!) «Tiımüzî».
Cebrail «aleyhisselâm» bana geldi. Elimden tutdu. Ümmetimden birinin. Cennet kapısından içeri girdiğini, bana gösterdi. Ebû Bekr «radıyallahü anh** dedi ki, (yâ Rcsûîallah! Orada, seninle berâber olmak isterim). Yâ EbâBekr! Ümmetim içinden Cennete en önce sen gireceksin, buyurdu. ^Tirmüri»*
III. Cennete girdim. Bir köşk gördüm. İçinde bir hûri [Cennet kızı] gördüm. Sen kimin içinsin dedim. Ömer ibni Hnttkb için ^ratıldım dedi. Köşke girip, onu görmek istedim. Fekat, yk Ömer senin gayretini düşündüm, buyurunca, Ömer «radıyal-lahU anh», anam, babam, her şeyim sana fedâ olsun yk Resûlal-lah* dedi. «Buhâri ve Müslim».
IV. Bu zâtın, Cennetde derecesi, ümmetimin hepsinden yük-sekdir, diyerek Ömeri «radıyallahü anh» gösterdi. «Ibm Mâcc».
Ebû Bekr ile Ömeri sizin önünüze ben geçirmedim. Onlan, AllahU teâlâ, hepinizin önüne geçirdi. «Ebû Ya’lâ»
Cebrâil «aleyhisselâm» a, ömerin üstünlüklerinden sordum. Onun kıymetini, Nûh «aleyhisselâm» m Peygamberlik zemânı k^ar [dokuzyüzelli yıl] anlatsam, bitiremem. Bununla berâber, ömerin bütün kıymetleri, Ebû Bekrin kıymetlerinden birisidir, buyurdu. «Ebû Ya’lâ»
VII. Cennetde, Peygamberlerden «aleyhimUsselâm» sonra, bütün insanlann en üstünü Ebû Bekr ile ömerdir. «Tirmüzî ve tbni Mâce».
VIII. Ebû Mûsel’eş’arî diyor ki, Medînede bir bağçede oturuyorduk. Kapı çalındı. Resûlullah (Kapıyı aç ve gelene. Cennete gideceğini müjdele!) buyurdu. Kapıyı açdım. Ebû Bekr Sıddîk içeri girdi. Kendisine müjdeledim. Hamd eyledi. Sonra, yine kapı çalındı. Yine (Aç ve müjdele) buyurdu. Açdım. Ömer Fârûk içeri girdi. Müjdeledim. Allahü teâlâya hamd etdi. Yine çalındı. (Aç ve Cennet ile müjdele ve üzerine musibet geleceğini söyle) buyurdu. Açdım. Osmân Zinnûreyn geldi. Müjdeledim. Hamd eyledi. «Buhârî ve Müslim».
Mervânın Medîneden çıkarılması vahy ile idi desek bile, sonsuz olarak çıkardı denemez. Belli bir zeman için çıkanl-ması, niçin mümkin olmasın? Osmân «radıyallahü anh» sürgünlük zemânını bilerek, zemânı bitince, tekrârMedîneyc aldı.
(îmânı olan, Allahü teâlânın ve Resulünün düşmanlarını sevmez) âyet-i kerîmesi, kâfirleri sevmekden men’ctmekdedir Vlervân, kâfir değildi ki, onu sevmek, yasak olsun.
Şî’îlcr diyor ki, üç halîfeyi mcdh eden hadîsler bizim kitâl anmızda yokdur. Hâlbuki, onlan kötüleyen, kâğıd ve Üste >rdusu hadisleri, sizin kitâblannızda da yaî!ılı. Bundan baş
Buna cevâb olarak, Allahü leâlânın yardımı ile, deriz k Şriler haksızlıkda, çok aşın giderek ve inâd ederek üç halîfcy koiülüyor. Hattâ bunlara kâfir diyor. Böyle söylemeği müsli! mânlık ve ibâdet biliyorlar. Bu yüzden onları medh eden sahih hadislere inanmıyorlar. Bu hadîsleri atıyor veyâ değişdiriyor-1ar Hattâ Islâmıyyetın temeli olan ve asrlar boyunca, herkesçe doğruluğu söylenerek, zemanımıza kadar, el dokunmadan gelen, Allahın kıtâbı Kur'ân-ı kerîme el ve dil uzatıp, âyet-i kerîmelerde değişiklik yapıyorlar. Meselâ, Kıyamet sûresi^, yir-mıaltıncı âyet-ı kerimesindeki (aleynâ cem’a hu ve Kur âneh) yerme (Aliyen Ceme'a Kur'âne) dediler ki, (Kur’ânı Alî topladı) dcmckdır Sapıklıklarından, akllan giderek, Osman «radıyal-lahu anh- t hl-i beyti öven âyetleri Kur’ândan çıkardı demeğe kalkışıyorlar Yukarıda çeşidli fırkaları anlatırken bildirildiği gibi baVı fırkaları, fâideli gördükleri yerde, yalancı şâhidliği câı/dır, diyorlar. Bu yüzden, bunlara ne söylense yeri vardır. Ilımlara inanmak, doğru bilmek, saflık olur. Kitâbına güvenilmez. Değişdinlen, bozulan Tevrat ve İncil gibi olur. Hâlbuki,
I hl-ı sünnet kitâbları çelik gibi sağlamdır. Meselâ (Buharı), Kıır'ân-ı kerîmden sonra, din kilâblarmm en doğrusudur. Bunda ve (Müslim) kitâbında ve dahâ birçok kıymetli kitâb-larda üç halîfeyi medh eden hadis-i şerifler pek çokdur. Bunlan lekeleyen, kötüleyen birşey yokdur. Şî’îlerin, âyet-i kerimelerden. hadîs-i şeriflerden, bunları küçültecek ma’nâ çıkarması, kalbleri bozuk, niyyetleri kötü olduğundandır. Anladıkları yanlış, zannetdikleri yersiz ve hayâldir. Böyle aldanmaları, safrası bozuk olan hastanın şekerin tadını alamamasına, tatlıyı acı sanmasına benzer. Allahü teâlâ, İmrân sûresi, yedinci âyetinde bunlar için (Kalbleri bozuk olanlar, hakkı örtmek, fitne, fesad çıkarmak için Kuriân-ı kerîmden yanlış ma’nâ çıkanr, yanlış yola saparlar) buy uruyor. Ehl-i sünnetden, fâideli söze hadîs demeği câız gören olmuş ise de, hadîs âlimlerimiz bunu red etmiş, kitâblarmda, bu hadîslerin yalan ve iftirâ olduğunu
bildirmişlerdir. Bunlara kıvmet verilmemiş, hadîs diye yapışan
olmamışdır. Bunun için, Şî’îlerın, bu sözü koz olarak kullanması büsbütün yersiz ve saçma bir delildir. Şî’îlerin, bir kişinin bildirdiği hadîse uymamak, küfr olmaz. Çünki, Ehl-i sünnet
nactehkScrif^n, bo>k h*<îîskre u>TO!>TmUr \ ardır dciTKİcn dc yersnkr. uç hattim aedh eden, v liraeiten hadi»-<
jrrûjenn bukaçuu bir şahabı bıkürmış vk. bunian çok kJBseier. çe^ı yoUaıdan haber vennış. bu >uztkn. tevitur oerecesını bulmu^ur. Bunlara da inanmamak, elbette küfr c*-x. VÜicîchid’er aras:r>da, bû>îc hatfislere uvmısan htç yok-d.»' Hatu EMh sünnetin reisi olan imâm-ı a'um Ebû Hanife •raıh>aUahü anh-, t»r kışının bildirdi^ ha<£s-i şertfî \t hatti. Sahibi kırimm Sterlerini, kendi anladı^ndan ustun tutmuş, biuûâra u>mamak clır defıklır. buvurmuşdur.
şrîler. uç halî!e>ı o\rn hadîs-ı şerfflenn çoklusunu gOre-•ek buna karşı duramı\acak(annı ania>ıp, üç halife medh edsiısnş se de. u\günsüz işlen görülmeden Önce medh olun-
"uşdur. Bu 0\me!er. onlann Oluncne kadar i\i imanlı
icakîannı gostenrnez. Çunkı. bınnı. kötülük >apmadan önce, kMûlemek ck'gru olmaz. Bunun için. Eminıİmü'mınîn Ah «radıvalUhu anh». Ibm .Mulcemın ışlı>ecegı ani>etı bıü-rv'rdu Kekat. işlemeden önce, oezâsını \-ermedi. dı>orİar Hab bi.M. çeşîvih hadîs-ı şeritler, uç halîfenin Oiuna>e kadar. ı>ı ve . stun kalacaUannı. îmânla gkJecrklenniasikcabildıri>or. Bunlardan Nrkaçını >nkanda bildirdik Sahih kıtâblanİa bunlar gıb». dahi nK'e hat.iîs-ı şeritler var. ^ apılacagı önceden bilinse Uie. suç îşîemeılen. oezi venimez soru do^lru olduğu gibi, koıü oiaca^ bî'ınen. çeri gorecegi belli olan kımsevı medh etmek de. dv'gm değildir. O hâlde. hadî$-i şeritle medh olunan kimse c^fve de. >vmra da. her zeman ıvı ve ustun olur. Bunun için, kmû »radıvallahü anh». İbnı Mulceme ceza vermediği gibi vHiu hiçbir şeklde övmedi. Onu kötülemediği gibi, ustun tut-nudı. >a.vmadı. Bu cevâbımızı, heth sûresinin onsekizinci âye rm âçAî.ırken. dahâ genişleteceğiz.
.2— Mâverâ'unnehr âlımlen buvuruyor kı: Üç halîf» Eeth sûre-u. onsekizinci âv etinde (Sana, aj|aç altında eUeri «ncarak «Ot verealeıden \llahii telli rizı okhı. Hepsini seW mChde>’ ile j.erellenenler arasında ıdı Bunian kötülemek, sd »ek. bunun için kulr olur.
Şî*îler buna, şovle cevlb venvor' Bu lyet-ı kerime, Ali» ici.inm. noz verenlerden değil, o so/Ieşmeden rlzı oiduğv fvHtcjmekdedır Buna hepimiz inanıyoruz. Bu üçü de. bır^ hunUmn iftVtü i« de vaadıkla
dur. Meselâ, Peygamber -sallallahü aleyhi ve scllem^ «radıyallahü anh» halîfe olmasını açıkça emr ctdigi hâld emre uymadı, kendılenni zorla halîfe yapdılar. Buhârîde bildinidığı gibi, Fâlımayı «radıyallahü anhâ** ıncitdilcr. (Mi kit) kıtâbmda, Fâtımatüz-Zehrâyı anlatırken yazılı hadîstj şerifde (Onu inciten, beni incitmiş olur. Beni inciten de, AUahu telliyi incitir) buyurulmuşdur. Ahzâb sûresi, elliycdinci âyeti (Allahü teâliya ve Resulüne ezivyet edenlere, dünyâda da, âhı-retde de li’net olsun) buyuruluyor. Bu kötü işlerinden ve kağıd getirin emrini dmlemediklennden ve Üsâme ordusunu hâzırla-mağa yanaşmadıklarından, üçünü de söğmek, kötülemek lâzım gelmekdedır. Son nefesde îmân ile gitmek için, ömür sonunda iyi işler yapmak ve Resûlullaha itâ’at lâzımdır.
Cevâbında deriz ki, Allahü teâlâ, ağaç altında söz verenlerden razı olduğu zeman, onlann kalblerini, niyyetlerini biliyordu. Kalblerine kuvvet ve sükûnet vermişdi. Ayet-i kerîmenin sonu bunu bildiriyor. Resûlullah «sallallahü aleyhi ve sellem**, üç halîfenin Cennete gideceğini müjdeledi, iman ile Öleceklerini açıkça bildirdi. Sözlerinde duracaklarını, va d-larını bozmıyacaklannı haber verdi. Allahü teâlâ, söz verenlerden değil de, sözleşmeden râzı olduğunu bildirmişdir dersek, Allahü teâlâ, onlann verdiği sözü beğenince, îmân ile giderler. Çünki, Allahü teâlâ, kâfirlerin hiçbir işinden râzı olmaz. Son nefesde îmânsız gidecek olanlar, güzel iş yapsa, yapdıklan iş güzel, beğenilir işlerden olsa da, Allahü teâlâ bunların, böyle işlerini de beğenmez. Onların yapdığı güzel işler için, Nûr sûresi, otuzdokuzuncu âyetinde (Kâfirlerin yapdığı güzel çölde görülen serâba benzer. Susuz olanlar, bunu uzakda sanır. Yanına gidince, birşey bulmaz. Aldandığını anlar) bu\ yor. Mâide sûresi, elliycdinci âyetinde (Biriniz, imândan ve kâfir olarak ölürse, yapmış olduğu bütün iyi işleri yok ^ Dünyâda ve âhıretde, ona fâidesi olmaz) buyuruyor. Âhır işe yaramıyacak olan bir işden, Allahü teâlâ râzı olur der ma’nâsız bir söz olur. Çünki, râzı olmak, beğenmek, derece kabul etmek demekdir. Hazret-i Alînin «radıyallah anh»» birinci halîfe olmasını. Peygamberimiz «sallallahü aleyh ve sellem^ bildirmedi. Eğer bildirseydi, tevâtür üe yayılır, beli olurdu Böyle bir emr, hatta işâret olsaydı, Emîr «radıyallahl anh»^ bunu söyler, hakkını isterdi ve Ebû Bekrin halîfeliğiı kabûl etmezdi Nitekim Ebû Bekr «radıyallahü anh
*'Mn. a*Mi eâtm». Ş«aa di iAykycyMi lu, YâMrf -âky* m Miiıfcttıııı hcrekctı. (UdcM aycuMk, o ıkı tmpertm, MdeL»4ıu*e4JÜı#crefleadk.OMhlde.SıddE«radH *MaM ter atmam İKrkeMİea çak bcrfttocr baUndu|u ve ^ arwâı>IMIMe.ltsâialMui**beiısıçeoesıe** etmene? f^mm mâ’niatianmöm eedes flırtrâreeırı»^ HMbukı.
ftmUMİelı «seBalelıi eky^ *« leto- beyeıde ki (AİMM iıMhBik gâğaâmm tâaaâi» m'HMvM, M|1mM UşhM, EM Bakrtm tâğaâm eâMieek Srvfi. bekliyi, çok okUkçe. fltdden-aaak ât • kader çok okm. Bmoma tçmdu ki. Ebd Bekr Seldik rnfmöıymiİAhü eniı» butuo E-khkbte en ımieâ oâde ^(Mkı,onun RamûhtUmba bmilUıM. herkeuien çok ıdı, |eı«de(Ma.
Bc4.ria udiMilü#l. cok aeaıâj küdıHı. çt*k onıc tuttuğu için dr£il> Ar. OmM kalbinde bnhmnn bir is'indir) bu\'urdu. Alımlen-mır kı. kalbıiKİe bulunan o Rcsûlullahın «sallallahü
ale>hı \e »cUem» sevgim idi. O hâlde, bövle bir sâhibi kötülemek. sv'ıLmek nasıl ınsâf olur?
4— MâvTrâ'ünnehr âlimleri diyor ki: Emir AH «radıyal-laho anh» çok ku\‘>rtlı ny Eshâb arasında çok sevilen olduğu hâlde, üç halîfe>i kabûl etdı. Hiç kar$ı gelmedi. Bu da, üç halifenin haklı olduğunu gosienyor. Haksız idiler denirse, Alî «radışallahü anh- da kötülenmiş olur.
Ş^riler. buna ce\âb olarak, diyor ki; Fmîr «radışallahü anh- crnâze işlen ile uğraşmakda iken, üç halîfe. Benî Sâ'ide çan.î.1^1 altında. EshAbın çoğunu topladı. Ebû Bekri halîfe 'apdıiar Alî -radışallahü anh-bunu haber alınca, adamları a/ oKtıığu için iNilerin Mmesini önlemek için ve\â bilinmişen Kişka scbebler için, harb etmeği yersiz buldu. Bu ise, Hbiî Beknn haklı olduğunu gö.stcrmez Çünki. .Alî »-radıyallahü anh- o k.ıdar kuvveti ve cesareti olduğu hâlde. Resûlullah -sallallahü ale\ hi ve .sellem- ile sr birçok Eshâb ile. Mekkeden Mevünese, harb etmeden hicret etdi. O zeman. harb etmeği usgun »:ormediler. Hicretin altıncı yılında binbeşyüz Sahâbî ile Mekkeşe giderken. Hude>bı\e denilen yerde sulh yapıp geri dv'nduler Re>ûlullahın. .Alînin ve diğer Eshâbın buralarda harb etmemesi câiz olduğu gibi, .Alînin yalnız başına harb etmemesi elbet câiz olur. Oralarda harb bilmemesi. Kureyş kâfırlennın haklı olduğunu göstermiyeceği gibi. Alînin harb etmemesi de. l'bû Bekrin haklı olduğunu elbette göstermez. Bunun gibi. Fır'avn Mısr’da. dörtşüz sene, tanrılık da'vâ etdi. ^İ^ddâd Nemrud gibi krallar da. \illarca bu bozuk da'vâda buluiKÎu. Allahü teâlâ. .sonsuz kuvvet, kudret sâhibi iken, bunları öldürmedi. .Allahü te.ılâ bile, düşmanından intikam aimakda acele etmediğine göre, bir kulun, düşmanına karşı kvsvmaması. niçin câiz olmasın? Fmîr. onların hilâfetinde, istemiş erek. ortalığı idâre etmek için su.sdu. Se\erek kabûl etmedi.replika saatler sundu.


replika saat

replika saatler

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder